28 Eylül 2014 Pazar

2.SELİM YADA SARI SELİM ( 3.KISIM)

Bu hafta 3.kısım ile devam edeceğiz yani 1570-1574 arası süren dönem. Bu kısımda 2.Selim’in edebi kişiliği şairane yanına da değineceğiz.

Kevkeban Kalesi'nin fethi
1570 senesinde Behram Paşa komutasındaki birlikler sayesinde kale alınmıştır. Aynı sene Yemen ile barış sağlanmıştır. Barış sağlandığı için Behram Paşa Ziged'e gitmiştir.

Dalmaçya'nın fethi
1571 senesinde Kıbrıs'ın fethi sırasında donanmanın Akdeniz'e inmesi sırasında fetih edilmiştir. Fethin komutanlığını Sokullu Mehmet Paşa tarafından yapılmıştır.

Kıbrıs'ın Fethi
Akdeniz, Kanuni Sultan Süleyman'ın fetihleriyle artık iyice Osmanlı gölü haline gelmiştir. Ancak Venedikli korsanların son bir sığınma yeri kalmıştı. Kıbrıs'ın fethinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu II. Selim'e "Kıbrıs'ı fethetmek bize nasip olmazsa sen fethet" şeklinde vasiyet etmesi, bunun üzerine II. Selim'in "Eğer padişah olursam Kıbrıs'ı korsanların başına yıkacağım!" şeklinde babasına söz vermesi.

Akdeniz üzerinden gelen Mısır tarafından II. Selim'e yollanmış hediye gemisinin korsanlar tarafından kaçırılması, tüm hediyelere el konulması ve mürettebatın zindana atılması ve bunun gibi onlarca neden sebebiyle Sokullu Mehmet Paşa'nın itirazlarına rağmen 15 Mayıs 1570'te Osmanlı Donanması sefere çıktı. 18 Mayıs 1570'te Kevkeban kalesi fethedildi. 2 Temmuz 1570'te Leftari Kalesi, 9 Temmuz 1570'te Girne Kalesi alındı.9 Eylül 1570'te Lefkoşa fethedildi ve nihayetinde 1 Ağustos 1571'de Magosa Kalesi'nin teslimiyle Kıbrıs'ın fethi tamamlandı.
İnebahtı Savaşı


Kıbrıs'ın Türk ordusunca fethi Batı Avrupa'da önemli bir yankı uyandırdı. Venedik'in kışkırtmasıyla İspanyol, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri donanmalarının da dahil oldukları bir "Kutsal İttifak" oluşturuldu. Avusturyalı amiral Don Juan komutasındaki Haçlı donanması karşısında Müezzinzade Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması büyük bir yenilgiye uğradı. Osmanlı donanması ilk kez yakılmıştır. Bu yenilginin sonuçları kısa sürelidir. Dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bu durumu Venedikli elçiye şöyle belirtmiştir: Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu koparttık; siz donanmamızı yakmakla uzamış sakalımızı tıraş ettiniz. Kopan kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar.

Donanmanın yeniden inşası ve Venedik ile barış
Osmanlı başkenti donanmasının yenilgiye uğradığını muharebede başarılı olan tek denizcisi Uluç Ali Paşa sayesinde öğrendi. Uluç Ali Paşa kaptan-ı deryalığa getirildi ve Sokullu Mehmet Paşanın emriyle yeni bir donanmanın inşasına girişildi. Çok kısa bir zaman sonra oluşturulan donanma 1572 yazında Akdeniz'e açıldı. İspanya'nın da yeniden batıdaki mücadelesine yoğunlaşmasıyla yalnız kalan Venedik barış istedi. 1573 yılında imzalanan barış antlaşması ile Venedik Kıbrıs'ı Osmanlı Devleti'ne terketti ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.

Tunus Seferi
1573 yılında Venedik'i barışa zorlayan bu büyük donanmanın bir sonraki hedefi 1574 yılında İspanya'nın elindeki Tunus kenti ve kalesi oldu. Bu kent 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa tarafından fethedilmiş, ancak ertesi yıl bizzat Alman İmparatoru ve İspanya Kralı V. Karl'ın komuta ettiği sefer sonucu Alman-İspanyol ordularınca geri alınmıştı. Özellikle Turgut Reis'in fetihleriyle Tunus ülkesinin tamamı Türk egemenliğine girmiş, geriye kukla Hafsiler'in İspanyol işgali alında hüküm sürdükleri Tunus kenti kalmıştı. Uluç Ali Paşa komutasındaki Türk donanması 13 Eylül 1574'te kenti fethetti. Aynı yıl Tunus Eyaleti kuruldu.
Edebî kimliği

Selîmî mahlasıyla şiirler yazan Selim'in bir de divanı vardır. Yahya Kemâl’in; Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var diye övdüğü; Biz bülbül-i muhrık dem-i şekvâ-yı firâkiz Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden beyti, bütün Türk şiirinin en güzel beyitlerinden biri sayılmaktadır. İkinci Selim, aynı zamanda îmârcı da bir padişahtır.

Yaptırdığı Hayratlar
II. Selim’in Mimar Sinan'a 1571 yılında yaptırdığı Selimiye Camii
Mekke-i mükerremenin su yollarının tâmiri, Mescid-i Harâm’ın mermer kubbelerle tezyini, Lefkoşe Selimiye Câmii, Azîz Efendi tekkesi, Navarin limanına hâkim bir mevkiye yaptırdığı kule, hayrâtı arasındadır. Edirne'ye yaptırmasının sebebi ise: Sultan’ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne'yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Evliya Çelebi Seyahatname adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs'ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır.Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul'da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne'nin Rumeli'deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve Selim'in gençlik yıllarından beri şehre ayrı sevgi beslediğine dikkat çekilir.

Eserleri
II. Selim zamanında Ayasofya Camii yeniden onarıldı. Selimiye Camii, Mimar Sinan tarafından onun döneminde inşa edildi. Babası gibi II. Selim divan edebiyatına birçok eser bırakmış bir şairdir. Selim'in özellikle Nurbanu Sultan için yazdığı şiirler divan edebiyatının en güzel eserleri arasında gösterilir.

Ünlü bir beyti:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekva-yı firâkız
Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden

(Ayrılığın şikâyetinin yakıcı demlerinin adamlarıyız biz. Sabah rüzgarı ateş kesilir,gülistanımızdan geçse.)

Son devrin ünlü şairlerinden Yahya Kemal, II. Selim'in bu beyti için, Selimiye kadar güzel bir şiir, demiştir.
Ve böylece cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sarı Selim ‘i 3.Kısımda ele  almış olduk onun hayatını sizlere aktardık günümüzdeki dizilerde anlatılan ziyade nasıl bir kişi olduğunu ele aldık ve inceledik ve yine başka bir karakter ya da konu ile görüşmek üzere.

Sürç-ü lisan ettiysek affola
Tarihin efsunlu haliyle görüşmek üzere
Saygılarımla esenlikler dilerim.

Oğuz Sadıkali

26 Eylül 2014 Cuma

CUMA SELAMLIĞI

Osmanlı padişahlarının cuma namazlarını kılmak üzere, merasimle camiye gitmelerine “Cuma Alayı” veya “Cuma Selamlığı” adı verilirdi. Padişahlar, başta Ayasofya olmak üzere Süleymaniye, Bayezid, Sultan Ahmed ve Eyüp Sultan gibi selatin camilerinde, inceden inceye teşrifat kurallarına bağlanmış bir merasimle cuma namazlarını eda ederlerdi.



Osmanlı padişahlarının katıldıkları sayılı törenlerden olması yönüyle, her Cuma günü Cuma namazında yapılan bu tören, padişahlığın ve halifeliğin alameti sayılmıştır. Osmanlı padişahlarına Anadolu Selçuklu sultanlarından geçmiş olan bu tören, çeşitli değişiklikler geçirmiş olmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar uygulanmıştır.

Hükümdar-halk bütünleşmesini sağlayan Cuma Selâmlığı, sadece merasim ve dini yönüyle değil hukuki, sosyal ve kültürel açılardan da büyük önem taşımaktaydı.



Cuma namazının cemaatle ve güvenli bir ortamda camide kılınması, hutbe dinlenmesi farzdır. Bu nedenle Osmanlı Kanunnâmelerinde Cuma namazı için ayrıca kurallar konmamıştı. Osmanlı padişahlarının, hükümdar, halife ve Müslüman birey olarak camide Cuma namazı kılmaları gerektiğinden bütün padişahlar, hastalık ve özel durumlar dışında bu kurala uymuşlardı. Gidiş ve dönüşte askerî olan bu tören, ancak camide dinî bir mahiyet alırdı.

19. yüzyıla kadar Selâtîn Camileri’nde olan bu tören bu yüzyıldan sonra sahil camilerinin pek çoğunda olmuştur. Padişahların uzak camilere gidiş gelişlerinde devlet erkânı teker teker hükümdara yaklaşarak devlet meselelerini görüşüp müzakere ederlerdi.

Padişah karayoluyla at üstünde ya da (sahildeki bir camiye) saltanat kayığı ile gelirdi. Son dönemlerde atlı arabayla gelmeleri sıkça görülmüştür. Caminin bahçesinde padişaha arzuhalleri olanlar bunları havaya kaldırarak belli ederlerdi. Arzuhaller bir görevli tarafından toplanır, bu arada ezan okunmaya başlardı.



18. yüzyıl sonlarından itibaren halkın arzuhallerini padişaha iletmesinde daha kolay bir yol benimsenmiş, cuma namazına gelen halkın şikâyet ve talebelerini dile getirdikleri arzuhalleri camide saflar arasında dolaşan padişaha bağlı görevliler toplamışlardır.

Namazı kılmak üzere camiye giren padişahla birlikte bu tören sona ermiş olurdu. Cuma namazından sonra saraya dönüşte tören olmaz, alelade bir gidişle saraya dönülürdü. Hatta Sultan II. Abdülhamid dönüş yolunda atlı arabayı kendisi sürerdi.



Bu haktan Müslümanların dışında gayrimüslimlerin de yararlandığı, arzuhâl sahiplerinin kendi dillerinde de arzuhâl verdikleri İstanbul halkı dışındaki şehir kasaba ve hatta köy halkının da yararlandığı kaynaklarda geçmektedir.

Son dönem Cuma Selâmlıkları’nda ise yabancılara cami etrafında alayı rahat seyredebilecekleri yerler ayrılmaya başlandı. Padişah camiye gelmeden önce birkaç araba harem hanımlarını getirir, Mızıka-i hümayunun padişahın geldiğini haber veren marşı çalmasıyla tören başlamış olurdu.

Recep Gürler

21 Eylül 2014 Pazar

2.SELİM YADA SARI SELİM ( 2.KISIM)

Bilirsiniz ki geçen hafta Sarı Selim’in çocukluk dönemlerinden bahsetmiştik bu hafta ise biraz fetihler ile giriş yapacağız geçen haftadan demeyi unutmuştuk geçen hafta ki yazı için sürç-ü lisan ettiysek affola haydi giriş yapalım.

Sakız Adası'nın fethi
Sultan II. Selim'in babası Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünden sonra padişah olduğunda fetih ettiği ilk yer olarak bilinir. Sokullu Mehmet Paşa komutasındaki birlikler 1566 senesinde adayı fetih ederek boğazların güvenliğini sağlamışlardır. Ada Venedik ve Cenevizlilerden alınmıştır. Her iki tarafta da fazla kayıp verilmemiştir.

Bobokça Kalesi'nin fethi
Sultan Selim'in babasının cenazesini karşılamak için Manisa'dan Belgrad'a harekâtı sırasında Drava üzerindeki Bobokça Kalesi Özdemiroğlu Osman Paşa komutasında fetih edilmiştir.

Yemen'in yeniden fethi
Yemen 1517 yılında Osmanlı egemenliğine girmiş, Hadım Süleyman Paşa'nın 1538 tarihli Hint deniz seferi ile kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmıştı. 1567 yılında bölgede Zeydi İmamı Topal Mutahhar önderliğinde Şam Beylerbeyi  Lala Mustafa Paşa Yemen Serdarlığına tayin edildiler. 1568 tarihli Yemen Seferi'nde Taiz ve Kahire kalelerinden sonra 15 Mayıs'ta Aden'i, 26 Temmuz'da da Sana'yı fetheden Türk ordusu ülkeyi tekrar Osmanlı topraklarına kattı

Avusturya ile barış
Kanuni Sultan Süleyman döneminde imzalanan 1562 tarihli barış 1566 yılında bozulmuş, Zigetvar Savaşı ile Osmanlı ordusu, Avusturya ordusunun mütecaviz tavrını cezalandırmıştı. Her iki tarafın da barışa meyletmesiyle 17 Şubat 1568'de Edirne Antlaşması imzalandı.

Açe Seferi
Bugünkü Endonezya'ya bağlı Sumatra Adası'nın kuzeybatısında bulunan Açe Sultanlığı bölgedeki zenginliklere gözlerini diken Portekizlilerin hedeflerinden biriydi. Günden güne artan Portekiz baskısına dayanamayan zamanın Açe Sultanı Alaüddin Şah bir elçi heyetini yardım istemek amacıyla İstanbul'a gönderdi. Açe heyeti 1566 yılında İstanbul'a ulaştığında, o sırada Zigetvar Seferi'nde bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın ölüm haberi geldi. Kanuni'nin yerine tahta geçen II. Selim heyete her türlü yardımı yapacağına söz verdi. 1569 yılında Osmanlı'nın Kızıldeniz filosu amirali Kurdoğlu Hayreddin Hızır Reis komutasında 22 parçadan oluşan Osmanlı Donanması Hint Okyanusu'na açılarak Açe'ye vardı ve yardımı ulaştırdı. Açe Sultanlığı Osmanlı Devleti'ne bağlanırken, Portekizlilere karşı taarruza geçebilecek kudrete ulaştı

Aden'in ve Kahire Kalesi'nin fethi
Sultan Selim'in 1569 yılında Sumatra Seferi sırasında Sokullu Mehmet Paşa komutasında sefer sırasında alınmıştır küçük bi yerdir.
Mısır'ın en stratejik ve en önemli kalesi olan Kahire Kalesi, 1569 yılında Piyale Paşa komutasındaki ordu tarafından alınmıştır.

Don-Volga Kanal Projesi

Osmanlı Devleti Don-Volga Kanal Projesi'ne koşut olarak 1556'dan beri Rusların elindeki Astrahan'ın geri alınması için bir de sefer tertipledi. 1569 yılının Kasım ayında çok olumsuz hava koşullarında başlayan kuşatma Rus Çarı Korkunç İvan'ın bölgeye Prens Serebiyanov komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderip Türk askerlerini iki ateş arasına almasıyla başladıktan 16 gün sonra sona erdi ve Türk ordusu bir huruç harekâtı yaparak kendini kuşatılmışlıktan kurtarmak zorunda kaldı

Astrahan Seferi
Osmanlı Devleti Don-Volga Kanal Projesi'ne koşut olarak 1556'dan beri Ruslar'ın elindeki Astrahan'ın geri alınması için bir de sefer tertipledi. 1569 yılının Kasım ayında çok olumsuz hava koşullarında başlayan kuşatma Rus Çarı Korkunç İvan'ın bölgeye Prens Serebiyanov komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderip Türk askerlerini iki ateş arasına almasıyla başladıktan 16 gün sonra sona erdi ve Türk ordusu bir huruç harekâtı yaparak kendini kuşatılmışlıktan kurtarmak zorunda kaldı.

Bu haftadaki yazımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz bu hafta Sultan 2.Selim’in ilk padişahlık yılları olan (1566-1570) incelemiş bulunmaktayız haftaya ise 3.kısımda 1570-1574 yıllarını inceleyeceğiz . Bakalım diğer kısımda bizleri neler bekleyecek Sultan Selim’in daha çok dünyevi hayattan itikadi hayata geçişini gözlemleyeceğiz.
Sürç-ü lisan ettiysek affola
Sarı Selim’e kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Tarihin efsunlu haliyle görüşmek üzere
Saygılarımla esenlikler dilerim.

OĞUZ SADIKALİ

15 Eylül 2014 Pazartesi

OSMANLI DEVLETİ’NDE EĞİTİM ANLAYIŞI

Osmanlılarda ‘terbiye’ olarak ifade edilen eğitim; belli bir konuda, bir bilgi bilim dalında yetiştirme ve geliştirme etkinliğidir. Eğitim faaliyeti, amacına ulaşmada öğretim faaliyetinden yararlanır. Bu nedenle öğretim, eğitimin bir parçasıdır. Osmanlılarda ‘tedris’, ’talim’ diye tanımlanan öğretim; belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işidir. Buna göre eğitim ve öğretimin amacı, insanlara gerekli olan bilgi, kültür, değer ve bir takım davranışların kazandırılmasıdır.
Osmanlı Devleti’nde eğitimin iki boyutu vardır. Bunlar:
1-)Kişilere geçerli bilgileri ve değerleri aktarmak.
2-)Hedeflenen amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş olan kurumlar ile eğitim ve öğretim yapmak.

ASKERİ VE İLMİYE SINIFININ EĞİTİMİ
Askeri sınıfa insan yetiştirmede en önemli eğitim kurumu, Top kapı sarayındaki Enderun Mektebi idi. Enderun’a girebilmek için saray okullarından Galatasaray, Edirne sarayı, İbrahim paşa sarayı okullarını bitirmiş olmak gerekiyordu, bu okullara devşirme yoluyla öğrenci alınırdı. Enderun’u bitirenler, Kaptan-ı derya, yeniçeri ağası beylerbeyi, vezir ve sadrazam olarak askeri sınıfın kademelerine kadar gelebiliyorlardı. İlmiye sınıfı medreselerden yetişiyordu. Medreseleri bitirenler kadılık, müftülük, nişancılık defterdarlık cami hizmetleri gibi görevlere atanırlardı.
Devlet Müslüman olmayan vatandaşlara ise kendine ait kurumlarda eğitim görmekteydiler. Osmanlı Devletin de değişik amaçlara yönelik birçok eğitim kurumu bulunmaktaydı. Bu kurumlar farklı eğitim metotları uygulamaktaydılar. Farklı derslerin okutulduğu dört ayrı okul bulunmaktaydı.
Bunlar:  

•         Enderun: Yönetici ve asker kadronun yetiştirildiği “Topkapı Sarayı”nda bulunan saray eğitim kurumudur.
•         Dergâh Eğitimi: Tasavvuf erbabının yetiştiği eğitim kurumudur.
•         Kalem Eğitimi: Devlet kurumlarında çalışacak bürokrat sınıfın yetiştirildiği eğitim kurumudur. Bu kurumdan mezun olanlara “küttab” ismi verilmekteydi.
•         Medrese Eğitimi: Ulema sınıfının yetiştiği eğitim kurumudur.( Müderris, şeyhü’l-islam, kadı) Medreseler öğretim alanlarına göre beş gruba ayrılmaktaydı.
Bunlar:

•         Darü’l-tıb Medresesi: Tıp ve anatomi ağırlıklı derslerin verildiği kurumdur.
•         Darü’l-hendese: Mühendislik ve matematik ağırlıklı derslerin verildiği kurumdur.
•         Mütehasssısın Medresesi: İlahiyat ağırlıklı derslerin verildiği kurumdur.  
•         Darü’l-hadis: Hadis eğitiminin verildiği bu kurum Kanuni döneminde açılmıştır.
•         Darü’l-kurra Medresesi: Kur’an-kerim Okuma ve yazma derslerinin verildiği kurumdur.

Not: İlk medrese Orhan Bey döneminde İznik’te açılmıştır. İlk yüksek düzeyde eğitim veren medrese II. Mehmed (Fatih) döneminde açılan “Sahn-ı Seman” medresesidir. I. Süleyman (Kanuni) döneminde “Sahn-ı Süleymaniye” medresesi açılmıştır.

•         Lonca eğitimi: Esnaflara yetiştirilmeleri esnasında mesleki ve dini eğitimin verildiği kurumdur.
•         Yabancı Okullar: Osmanlı topraklarında ilk yabancı okul, Cizvit rahipleri tarafından Fransa adına açılan “Saint Benoit”dır (Sen Benuva). Daha sonraki dönemlerde kapitülasyonlardan faydalanan Avrupalı devletler İstanbul da birçok okul açmıştır.
Not: İlköğretim ilk defa II. Mahmut döneminde zorunlu hale getirilmiştir. Kız öğrencilerin okutulmaya başlanması ise Tanzimat döneminde devletin görevleri arasında yer almıştır.

BİLİM
Osmanlı Devletin de bilimsel çalışmalar “nakli bilimler” ve “akli bilimler” olarak iki kısma ayrılmıştır.
•         Nakli Bilimler: İslami bilimlerdir. Fıkıh, kelam ve tefsir’dir.
•         Akli Bilimler: Akıl, araştırma, deney ve gözleme dayanan bilimlerdir.
Osmanlı Devletinde XVII. yy’dan itibaren pozitif bilimler medreselerde okutulmamaya başlanmıştır. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti bilim ve teknik alanda Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. XVII. yy Osmanlı devletinde bilim ve teknoloji hayatında durgunluk dönemi olmuştur. Bu durumun nedenleri Koçi Bey tarafından hazırlanan risalelerle ortaya konmuştur.
Önemli bilim adamları şunlardır;
§         El-fenari: Mantık
§         Seydi Ali Reis: Deniz coğrafyası üzerinde çalışmalarda bulunmuş ve Miratü’l-memalik adlı esri ortaya koymuştur.
§         Matrakçı Nasuh: Coğrafya
§         Kâtip Çelebi: Coğrafya üzerine önemli eserleri bulunmaktadır. Bunlar; Keşfü’z-zünun ve Cihannüma’dır. Ayrıca pozitif bilimleri ve felsefi düşünceyi savunan Mizanü’l-hak gibi eserleri bulunmaktadır.
§         Piri Reis: Haritacılık ve coğrafya alanında çalışmalarda bulunmuştur. En önemli eseri Kitab-ı Bahriye’dir.
§         Ali Kuşçu: Osmanlı devletinde matematik öğretiminin kurucusu olarak bilinmektedir.
§         Evliya Çelebi: Seyahatname en önemli eseridir. Bu eser yazıldığı dönemin türk kültürünü ve tarihini aydınlatan önemli bir yapıttır. XVII. yy’a ait bir eserdir.
§         Takiyüddin Mehmet: Astronomi alanında çalışmalarda bulunmuş İstanbul da ilk rasathaneyi kurmuştur.
§         Celaleddin Hızır ve Ahmedi: Tıp

YAZI, DİL, EDEBİYAT VE SANAT
1.       YAZI, DİL VE EDEBİYAT
Osmanlı Devletinde yazışmalarda ve bürokrasi işlemlerinde farklı yazı biçimleri kullanılmıştır. Devletin resmi yazışma dili Osmanlı Türkçesi, din ve bilim dili Arapça, edebiyat dili ise Farsça idi. Osmanlı Devletinde kullanılan yazı çeşitleri ise rık’a, ta’lik, sülüs, nesih, reyhanî, divani ve siyakattir.
Osmanlı Devletinde edebiyat çalışmalarını üç bölümde incelemek mümkündür. Bunlar: Divan edebiyatı, Halk edebiyatı ve Tekke edebiyatı’dır.
•         Divan edebiyatı temsilcileri: Baki, Fuzuli, Sinan Paşa, Nesimi, Hoca Dehhani, Ahmedi.
•         Halk edebiyatı temsilcileri: Pir Sultan Abdal, Kul Ahmed, Hayali, Gevheri, Karacaoğlan ve Köroğlu.
•         Tekke edebiyatı temsilcileri: Mevlana, Süleyman Çelebi (Mevlid), Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve Akşemseddin.

2.       SANAT
a.        Minyatür: Osmanlı Devletinde İslamiyet’inde etkisi ile birlikte resim sanatı yerine daha soyut bir sanat olan “minyatür” sanatı gelişme göstermiştir. Minyatür genellikle el yazması kitaplar da boya ve yaldız kullanılarak, ışık, gölge, boyut ve gerçek hacim kullanılmadan yapılan resimlerdir. Derinliğin bulunmadığı minyatür resimlerde kişiler mevkilerine ve rütbelerine göre çizilmiştir ayrıca geleneksel bir yapıya sahiptir.
Önemli minyatür sanatçıları ise şunlardır:
§         Bursalı Firdevsi: Süleymanname
§         Matrakçı Nasuh: Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn
§         Nakkaş Osman
§         Levni: Surname

b.        Çinicilik: Osmanlı Devletinde ilk çini işlemeciliği İznik’te daha sonra da Kütahya da kurulmuştur. Lale devrinde çini sanatındaki gelişmeler en üst seviyeye ulaşmıştır.
Mozaik çini sanatının örneklerinin görüldüğü mimari eserle ise şunlardır;
- İznik Yeşil Camii Minaresi                             - İstanbul Çinili Köşk

- Bursa Yeşil Camii ve Türbesi                         - Süleymaniye Camii

- Topkapı Sarayı                                                - Rüstem Paşa Camii

c.        Hat Sanatı:  İslamiyet’in kabulü ile birlikte başlayan Türk yazı sanatının en fazla gelişme gösterdiği dönem Klasik Osmanlı dönemi olmuştur. Hat sanatında genellikle sülüs, reyhani ve nesih türü yazı çeşitleri kullanılmıştır.
Bu dönemde yetişen önemli hattatlar ise şunlardır;
- Mustafa Rakum Efendi                               - El-Mustasımi

- Hafız Osman                                               - Hamit Aytaç

- İbn-i Mukle                                                 - Şeyh Hamdulla
                                         
İLKÖĞRETİM
Osmanlı Devleti’nde eğitimin ilk basamağı “sübyan mektepleri”idi. Bunlara “mahalle mektebi”de denirdi. Her mahallede her cami yanında sübyan mektebi bulunurdu. Günümüzdeki ilkokulların benzeri olan sübyan mektepleri, medreselere başlangıcı oluşturdu. bu okullara 5-6 yaşına gelen çocuklar alınırdı. Bu okulda eğitim verenler özel eğitim görmüş öğretmenler değildi. Okuma-yazma bilen ve bu işe uygun olduğu kabul edilen herkes bu okullara öğretmen olabilirdi. Sübyan mekteplerinin belirli bir sınıfı ve süresi yoktu. Her çocuk verilmek istenilen bilgileri öğreninceye kadar okula devam edebilirdi. Bu okullarda alfabe yazı, okuma, dört işlem ve dini bilgiler öğretilirdi.

ORTA VE YÜKSEK ÖĞRETİM
Osmanlıda, orta ve yüksek öğretim kurumlarının temelini, medreseler meydana getiriyor. Medrese kelime olarak “talebenin” ilim öğrendiği yer anlamına gelir. Medreseler genel olarak sübyan mekteplerinin üzerinde eğitim-öğretim yapan orta ve yüksek öğrenim kurumlarıydı.
Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk Selçukluları diğer İslâm ülkelerini örnek alarak, medreseler kurdular. İlk Osmanlı medresesi 1330 yılında İznik’te Orhan Bey tarafından yaptırılmış ve müderris olarak şeref ettin davudî-i kayseri tayin edilmiştir. Orhan Bey burayı aldıktan sonra devlet merkezini buraya naklederken, burada manastır medresesi olarak tanınan medreseyi yaptırdı.(1335)daha sonra I. Murat, Yıldırım Bayezid Çelebi Mehmet ve II. Murat hükümdarlıkları döneminde çeşitli yerlerde medreseler yaptırdılar.

MEDRESELERDE OKUTULAN DERSLER
A-)KURAN: İslâm dininin kutsal kitabı olan Kuran’ın anlamı ve açıklaması konu edilirdi.
B-)HADİS: Hz. Muhammed’in sözlerini konu edinen bilim dalıydı.
C-)FIKIH: İslâm hukuku ve uygulamasından söz eden bilim dalıydı.
Ç-)KELAM: Allah’ın varlığını ve İslâm dininin doğruluğunu konu edinen bilim dalıydı.

BATI TARZINDA AÇILAN OKULLAR
1848’de Darulllimin,1849 Darülmaarif,1858 İstanbul’da kız Rüştiyesi açıldı. bu tarihe kadar, örgün eğitimde, kızların okula gitmeleri düşünülmemişti. Bu nedenle kız rüştiyesinin açılması, Türk eğitim tarihi açısından oldukça önemlidir.1859’da günümüzdeki siyasal bilgiler Fakültesi’nin esasını oluşturan “mektebi-i mülkiye”açıldı.1868’de Galatasaray sultanisi(Galatasaray lisesi)açıldı.
1862’de sübyan mektepleri yerine iptidai mektepleri açılmaya başladı.1873’de fakir ve kimsesiz çocukları eğitmeksizin Darüşşafaka açıldı.1870’de Darülmüallimat açıldı.
1846’da medrese dışında bir yüksek öğretim kurumu olarak Darülfünunun açılması gündeme geldi. Darülfünun, medrese dışında, dini ve etkilerden uzak bir üniversite eğitimi yapacaktı. Darülfünun’da okutulacak kitapların hazırlanması amacıyla “encümen-i danış”adıyla bir komisyon kuruldu. Tüm hazırlıklara rağmen, darülfünun açılmadı. Darülfünunun açılmayışının başlıca sebepleri şunlar olmuştur:
1-)Darülfünunun öğrenci hazırlayacak okul olmayışı
2-)Bu tarihte Avrupa’da meşrutiyet ve anayasa istekleri yönünde isyanlar çıkmış ve olaylara öğrencilerde katılmış. Bu durumun Osmanlı devletinde olabileceği düşünülerek açılmamış.
KURULUŞ VE AMACI

Tanzimat döneminde rüştiyeler yüksek öğretime ve darülfünuna öğrenci hazırlayan okullar kabul edilmişside, zamanla bu okulların ihtiyacı karşılayamadığı anlaşılmaya başlamıştır.
1856 ıslahat fermanı ile eğitim alanında bazı düzenlemelerin yapılması öngörülmüş, bunların başında Müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı tebaasının eşit şartlar altında eğitim hizmetlerinden yararlanması ve bu suretle Osmanlı birliğinin sağlanması düşünülmüştür.
Diğer yönden, özellikle Fransa’ya öğrenim için gönderilen öğrencilerin masrafının yüksek olmasına karşılık, beklenilenin elde edilmeyişi, Paris’te 1857’de açılan “MEKTEBİ OSMANΔ adındaki okuldan istenilen sonucun alınmaması yetkileri arayışa itmiş ve İstanbul’da batı alanında yeni bir okul kurulması düşüncesini doğurmuştur.
Bu arada, Osmanlı Devleti’nin vadettiği ıslahatın gerçekleşmesine yardımcı olmak isteyen dış tavsiyelerde oluyordu. Bunların en önemlisi 1867’de Fransız hükümetinin babı âliye vermiş olduğu notadır. bu notada, büyük merkezlerde Hıristiyan öğrencilerinde okuyabilecekleri ortaöğretim kurumlarının(lise)bir an önce açılması gerektiği belirtiliyordu.
Osmanlı hükümeti, Fransız elçisiyle görüşerek İstanbul’da öğretim dili Fransızca olan bir lise açılmasını kararlaştırdı ve Fransa okulun kurulmasına yardım vadetti. O sırada seyahatte olan padişah Abdülaziz’de, bütün okulları görme fırsatı bulmuş, döndüğünde de okulun açılmasına izin vermiştir.
Lisenin Türkçe, Fransızca, Rumca, Ermenice olarak yayınlanan nizamnamesi bulunmaktadır. Bu nizamnamenin maddeleri şöyledir;
Madde 1-)mektebi sultani memleket ihtiyaçlarına uygun surette, farklı dinlere mensup olan tebaanın çocuklarının eğitim ve öğretimleri için Avrupa’nın orta dereceli mektepleri örnek alınarak açılmıştır.
Madde 2-)bu mektepten mezun olanlar, imtihanla diplomalarını aldıktan sonra her türlü devlet hizmetinde istihdam edileceklerdir.
Madde 3-)mektebi sultani’den çıkan öğrencileri her türlü hizmetlere en iyi şekilde hazırlamak üzere mektepte talim ve tahsil olunacak derslere yer verilmiştir, bu dersler şunlardır; öğretim programı 7.sayfada yer almaktadır.
TALİM VE TAHSİL ÖĞRENCİLERİNİN ÖĞRETİM TABLOSU;
1-)Lisan-ı Osmanî(Türkçe)
2-)Fransız dili ve edebiyatı
3-)ahlak ve adab
4-)Kavanin(tıp ve eczacılık ilimlerinin tahsiline lazım olacak kadar Latin lisanının temel prensipleri)
5-)işti kakat-ı yunaniye
6-)tarihi Osmanî ve umumi
7-)umum coğrafya ile Osmanlı devletinin ziraat, ticaret, zanaat ve idari coğrafyası

8-)Riyaziyatı adiyye ve aliyye
9-)İlm-i hey’et
10-)Cerr-i eskal ve cihet-i ameliyatı
11-)Hikmet-i tabiiyye ve kimya
12-)Tarihi tabii
13-)Mebadi-i ilmi hukuk
14-)İlm-idare-i mülkiyye
15-)Me badi-i ilmi hitabet ve edebiyat
16-)Resm-i hattı ve resmi adi
17-)Muhasebe, defter tutma mevaddı-ı ticaret

Madde 4-)öğrenciler, dini vazifelerini öğrenmek ve yerine getirmek üzere bağlı olduğu dinin mabetlerine gönderileceklerdir.
Madde 5-)mektebe 600 dâhili(yatılı)öğrenci alınacak, yarısı Müslüman yarısı da gayrimüslim olacaktır.
Madde 6-)idari sınıfına dâhil olmak üzere 9 yaşından 13 yaşına kadar öğrenci alınacak ve yaşı 13’ü geçmiş olan öğrenciler imtihana tabi tutularak sınıflara alınacaktır.

II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE AÇILAN OKULLAR
-1881’de ticaret okulu ve sanayi-i nefise mektebi açıldı.
-1883’de mülkiye mühendis mektebi açıldı.
-1891’de veteriner okulu açıldı.
-1892’de halkalı ziraat mektebi açıldı.
-1895’de baytar mektebi açıldı.
-1870’de açılıp 1871’de kapatılan darülfünun 1900’de kesin olarak açıldı.

Emrah Altınay

14 Eylül 2014 Pazar

2.SELİM YADA SARI SELİM

11.Osmanlı padişahı ve 90. İslam halifesidir. Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın oğludur... Kardeşi Bayezid'e karşı Konya'da yapılan savaşı kazanarak, babasının desteğini aldı. Babasının ölümü üzerine, onun tek oğlu olarak 1566 tarihinde on birinci padişah olarak tahta geçti. Padişah olur olmaz ilk seferini Batı’ya yaptı. Ülke sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletti. Kıbrıs, Tunus kayıtsız şartsız teslim olanlar arasındaydı. Ülkesinin denizlerde de egemenliğini genişleterek, deniz egemenliğine önem verdi.
Turgut Reis gibi kaptanlar onun zamanında yetişti. Sokullu Mehmet Paşa gibi çok güçlü bir vezire sahipti, devlet işlerinde en önemli yardımcısı idi. Onun zamanında İstanbul ve ülkenin çok değişik alanlarında birçok mimari eseri yapıldığı gibi, önemli onarım faaliyetlerini de gerçekleştirdi. Devrinin usta mimarı, Mimar Sinan’a Edirne’de Selimiye Camii'ni yaptırdı. Babasından 14.892.000 km2olarak devraldığı imparatorluk topraklarını, 15.192.000 km2 olarak bırakmıştır. 15 Aralık 1574 günü vefat etmiş, Ayasofya’ daki türbesine gömülmüştür. Ölümüne kadar padişahlığını sürdürmüştür.
Çocukluğu ve tahta geçişi
Şehzade Selim'in çocukluğu İstanbul'da Eski Saray'da geçmiştir. 27 Haziran 1530'da kardeşleri Şehzade Mustafa ve Mehmed ile birlikte At Meydanı'nda bir hafta boyunca süren eşsiz bir eğlence ve törenle sünnet edildi. 16 yaşına kadar sarayda kalıp derin bir saray eğitiminden geçirildi. 1542'de 16 yaşında iken Konya Sancak beyi olarak atandı. 1544'de Manisa Sancak beyi olarak tayin edildi ve Manisa Sancak beyi olarak 1558'e kadar görev yaptı. Şehzade Selim babası Kanuni Sultan Süleyman hayatta iken, özellikle 1553'den sonra, babasına varis olabilecek diğer şehzadelerle taht mücadelesine girişti. Kanuni'nin şehzadelerinden Mustafa, Mahmud, Murad, Mehmed, Abdullah ve Cihangir, babaları sağken ölmüşlerdi. Kanuni'nin çok bağlı olduğu karısı Hürrem Sultan kendi oğullarından Selim veya Beyazid'in taht varisi olmasını istemekteydi. Ağustos 1553'de Kanuni Nahcivan Seferi'nde iken Konya Ereğlisi'nde o sefere katılan Şehzade Mustafa, Hürrem Sultan'ın yakın adamı olan Sadrazam Rüstem Paşa'nın tavsiyesine uyan, babası Kanuni tarafından idam ettirildi. Tahta varis olarak Hürrem Sultan'in iki oğlu Şehzade Beyazıd ve Selim kaldı. 1558'de Hürrem Sultan ölünce bu iki kardeş birbirleriyle açık mücadeleye giriştiler. Amasya Sancak beyi olan Şehzade Beyazıd daha atak ve isyancıydı. Sabırlı ve sağduyulu davranışlı görünen Şahzade Selim babasının desteğini kazandı. 29 Mayis 1559da iki şehzade taraftarları ve kendi sancak orduları ile birlikte Konya yakınlarında bir muharebeye giriştiler. Babasının desteğini almış olan Şehzade Selim bu çarpışmadan galip çıktı. Selim kaçan Beyazid'ı Hınıs'a kadar kovalayıp Konya'ya geri döndü. Beyazıd, oğulları ile birlikte, önce Amasya'ya ve sonra babasının kendi üzerine gelmek üzere Üsküdar'da ordugaha geçtiği haberini alınca, 2.000 kişilik ordusuyla İran'a Safavi devletine sığındı. Kanuni, Şah Tahmasp ile yapılan yazışmalarla isyankar oğlunun geri verilmesini istedi. 25 Eylül 1561'de Şah Tahmasp elinde bulunan şehzadeleri Kazvin'de boğdurtup naaşlarını geri gönderdi ve bu cenazeler Sivas'a getirilip gömüldüler. Boylece 1561'de, Konya Sancak beyi olarak bulunan Şehzade Selim, Kanuni'nin rakipsiz tek veliahtı olarak kaldı. Bu nedenle 1562de devlet başkentine daha yakın olan Kütahya Sancak beyliğine atandı.

Şehzade Selim babasının son seferi olan 1566 son Avusturya Seferi'ne katılmadı. Selim Kütahya yakınlarında Sıçanlı sahrasında avda iken, babası'nın Zigetvar Kuşatması sırasında 7 Eylül'de öldüğünü, bu ölümü herkesden gizleyen Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa'nin güya fetihname olarak gönderdiği, gizli mektubundan öğrendi. Hemen lalaları Hüseyin Paşa, Hoca Attaullah ve muhasibi Celal Bey ile birlikte bir alayla İstanbul'a hareket etti. 30 Eylül'de Üskudar'a vardı. Herkes babasının ölümünden habersizdi. Üskudar İskelesi'ne saltanat kayığı ile gelen Bostancıbası Davut Ağa Sultan Selim'in padişahlığını ilk tanıyanlardan biri olarak, onu saltanat kayığı ile Topkapı'ya geçirdi. O sırada Tersane ve Tophane'den saltanat topları atılıp yeni sultanın tahta geçtiği halka ilan edildi. Sultan Selim Köşk İskelesinden şehir kapısına kadar özel murassa giyimle at üzerinde alayla geçti ve yolda etraftan gelen halka paralar saçıldı. Saraya gelen Selim tahta oturtuldu ve İstanbul'da bulunan devlet ricali (İstanbul Muhafızı İskender Paşa, Şeyhülislam Ebussuud Efendi vb) tarafından egemenliği tanındı. Bu sırada yapılan harcamaları karşılamak için, özel tören isteyen devlet hazinesi açılması yapılmadı ve ablası Mihrimah Sultan tarafından borç verilen 50.000 altın kullanıldı.

Sultan Selim hemen iki gün sonra orduyu ve babasının cenazesini karşılamak üzere İstanbul'dan ayrıldı. Edirne, Filibe, Sofya üzerinden (genellikle 30 gün çeken yolu) çok hızla geçerek 15 günde Belgrad'a ulaştı. Kanuni'nin ölümü seferden geri dönmekte olan orduya Belgrad'a dört menzil kala açıklandı ve Sultan Selim üzüntüden perişan orduyu Belgrad'da karşıladı. Belgrad'da kılınan cenaze namazından sonra Kanuni'nin naaşı acele İstanbul'a gönderildi. Belgrad'da kalan Sultan Selim orada yeniden bir cülus (tahta çıkma töreni) yapılmasını reddetti. Askere dağıttığı cülus bahşişi de kapıkulu askeri tarafından az görülüp kızgınlıkla karşılandı. Sultan Selim Kasım ayında Edirne'ye vardı ve orada bekledikten ve yollarda kapıkullarının yaptıkları isyankar hareketler altında Aralık'ta İstanbul'a gelebildi.diği bildirilir. 1558'de tekrar Konya Sancak beyliği'ne ve 1562'ye kadar orada kaldı.
2.Selim bir başka değişle Sarı Selim’in iki dönemi vardır:
1-) 1566-1570 Bedbaht (Kendinde olmayan)
2-)1570-1574 Ehl-i Sünnet
Bu tabirler Ebussuud Efendi ye aittir.
Sarı Selim’e kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Tarihin efsunlu haliyle görüşmek üzere
Saygılarımla esenlikler dilerim.
                                                                                       OĞUZ  SADIKALİ

13 Eylül 2014 Cumartesi

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI-VI

Sene 1640tır. Sarayda büyük bir sessizlik ve hüzün vardır. Herkes üzgün bir o kadar da şaşkındır. Çünkü yeni bir batı seferine hazırlanmaya başlayan genç, yiğit ve mert padişahları Murad Han aniden ecel şerbetini içmiş, ebediyete intikal etmiştir. Bağdat seferinden yorgun dönmüş, teri soğumadan yeniden küffara kılıç sallama hevesine düşmüştü tarihçilerin verdiği isimle “17.yüzyılın büyük mareşali”…
Küçük yaşta taht ile kılıç ile tanışmıştı genç padişah. Ağabeyi Sultan II. Osman yeniçeriler tarafından şehid edilince yerine geçen Sultan Mustafa da tahtta tutunamamıştı. Bunun üzerine Murad ‘a kılıç kuşattırılmış ve devrin âlimi Aziz Mahmud Hüdayi’den hayır duasını alınmıştır. Yeni padişah olan Sultan Murad henüz devlet yönetebilecek yaşa erişememişti. Ülke o dönemde büyük bir kaosa sürükleniyordu ve devletin başı da bu kaostan etkilenebilirdi. Bunun üzerine sultanın validesi Kösem Sultan taht naibesi ünvanı ile yönetimi eline aldı.
O dönemde iç karışıklıklar olduğu gibi bir de safevi tehdidi devam ediyordu. Safeviler Bağdat’ı ele geçirmişlerdi. Bir yandan da Anadolu’da süren celali isyanları bunalımı artırıyordu. Sırf bunla kalınmayıp yeniçerilerce çoğu devlet adamı öldürülüyordu. Safeviler de Mardin’e kadar gelmişti, devlet bu haldeyken dağılmanın eşiğine doğru ilerliyordu. Kösem Sultan da elinden geleni yapmaya çalışıyor, Anadolu’daki isyanları bitirmeye çalışıyordu. Ancak ateş gittikçe körükleniyor, kaos bir türlü bitmiyordu.
Kargaşa dolu 10 yılın sonunda artık Sultan Murad her anlamda güçlenmiş ve idareyi ele alabilecek kudrete de erişmiştir. Yönetimi devralınca önceliğini ordudan yana kullanmıştır. Ordudaki disiplinsizliği o da fark etmiş ve müdahalede bulunmuştur. Disiplinsizce hareketlerinden dolayı bir yeniçeriyi ve atını kılıcı ile tek hamlede ikiye ayırdığı da rivayetler arasındadır. Ayrıca çok güçlü bir padişah olan Sultan Murad güreş, cirit, binicilik ve ağırlık kaldırma konusunda ustalaşmıştır. Yola devrilen yüzlerce kiloluk ağaçları tek başına kaldırıp atması, kale kapılarını koçbaşıyla kırması, güreşte yenilmezliği bunlardan bir kaçıdır. Padişahın tek kolla 60 kilogramlık gürzleri ve 50 kilogramlık yayları ustalıkla kullandığı, sinirlendiği zaman devlet adamlarını kuşaklarından tutup kaldırdığı, Revan seferinde top güllelerini tek başına topa sürdüğü, İran'dan gelen ve kendisine kırılmaz olarak takdim edilen bir yayı kimsenin kıramaması üzerine 2 kez kırdığı söylenir. Bir gece Bağdat'ta onu öldürmek için odasına giren 4 cellâdı kendisinin öldürdüğü iddia edilir. Konya'da ağabeyi II. Osman’ın infazında rol oynadığı iddia edilen iki eski Yeniçeriyi kalabalığın arasında tanımış ve gürzüyle öldürmüştür.
Disiplini sağlayınca ilk seferini düşman işgalindeki Bağdat’a yapar. Safevilerin işgal ettiği yerleri geri alır ve “Bağdat Fatihi” olarak yüzyıllarca anılır. Bu seferi yüzyıllarca dilden dile dolaşır, bir efsane olur. Bağdat’ta söylediği bu sözde tabii:
-Bağdat'ı almaya çalışmak, Bağdat'ın kendinden daha mı güzeldi ne!
Sultan Murad Bağdat seferinde kendinden söz ettirerek büyük bir askeri deha olduğunu kanıtlar. Anadolu’da süren isyanları da bitirir. Halk bu padişahı bağrına basar, çok sever. Yıllar sonra halka kendini sevdiren bu yiğit padişah, dini anlamda da büyük bir olgunluğa ulaşmış, devrin din adamlarını ve âlimlerinden dersler almıştır. Devleti tekrar eski günlerine çevirmeyi başarmıştır.
Bu kadar başarının sonunda Sultan Murad hasta yatağında 1640 yılında vefat etmiştir. Ölüm sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte siroz ya da damla hastalığı sanılmaktadır. Genç yaşta hayata gözlerini yummasıyla artık Osmanlı gerçekten dağılma sürecine geçmiştir. Tarihe armağan ettiği şeyler büyük askeri dehası ve musikiye bıraktığı bestelerdir. “Uyan ey gözlerim” adlı ilahisi bu bestelerden biri olup, yüzyıllardır dile gelmeye devam etmektedir.
Esen kalın…
Recep Gürler

8 Eylül 2014 Pazartesi

TEKKE VE ZAVİYE

Tekke, Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yer, dergâh gibi yapılardır. Devlet-i Âliye-yi Osmâniyye döneminde tekke anlamında dergâh, âsitane sözcükleri kullanılmıştır. Bazı tarikatlarda hankâh ve âsitane yalnızca merkez tekkeye denir.

Tekke yapılarının büyüklüğü tarikatlara göre değişir. Tek bir mekândan oluşan tekkelerin yanı sıra, geniş alana yayılmış birçok yapıyı barındıran külliye görünümlü tekkeler de vardır. Tekkelerin tek bir mekândan oluşanları genellikle tarikata bağlı kişilerin haftanın belirli günlerinde bir araya geldikleri, tarikata özgü törenleri düzenledikleri yapılardır. Birden çok mekândan oluşanlarda ise tarikat etkinliği daha geniş ve süreklidir. Böyle tekkelerde, genellikle şeyhin ailesiyle oturduğu ayrı bir yapı, dervişlerin sürekli ya da geçici olarak barındıkları yapılar, aşevi, çamaşırhane, hamam gibi yerler ve tarikata bağlı kişilerin toplanıp ayin, sohbet ya da zikir denilen törenlerini düzenledikleri ayrı bir mekân bulunur. Merkez tekkeler doğal olarak daha çok mekândan oluşur. Örneğin Bektaşi tarikatının merkezi olan, Nevşehir'e bağlı Hacıbektaş ilçesindeki Hacı Bektaş Veli Dergâhı üç avluya açılan bir yapılar topluluğu biçimindedir. Bu yapıların başlıcaları Hacı Bektaş Veli Türbesi, Balım Sultan Türbesi, aşevi, kilerevi, mihmanevi, çamaşırhane, hamam, meydan, muhabbet divanı ve mescittir. Eskiden var olduğu bilinen erzakevi ile ekmekevi yıkılmıştır. Mevlevi tarikatının merkezi olan Konya'daki Mevlana Dergâhı da Mevlana Türbesi,semahane, mescit, mutfak, derviş hücreleri ile dede ve çelebi dairelerinden oluşur. Tekkeler içinde tarikat büyüklerinin gömüldüğü türbeler, tekke bahçesinde de daha çok dervişlerin gömüldüğü, hazire adı verilen küçük mezarlıklar bulunur.

Türkiye'de 1925'te çıkarılan bir yasayla tekkeler kapatılmış, tarikat etkinlikleri de yasaklanmıştır. Sonradan bazı tekke yapıları müze olarak ziyarete açılmıştır.

Önemli Tekkeler
Abdal Musa Tekkesi (Elmalı - Antalya)
Aziz Mahmud Hüdai Tekkesi (Üsküdar)
Cerrahi Tekkesi (Karagümrük)
Emir Şeyh Yakup Tekkesi (Reşadiye - Tokat)
Giresunlu Tekkesi (Sütlüce)
Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi. Üsküdar Paşalimanı'nda Abdurrahman Ağa Camii yanında idi.
Hacı Bektaş-ı Veli (Nevşehir)
Hubyar Sultan Tekkesi Almus (Tokat)
Hüsameddin Uşşaki Tekkesi (Kasımpaşa)
Kadirhane (Tophane)
Karabaş-ı Veli Tekkesi (Bursa)
Karacaahmet Tekkesi (Üsküdar)
Kartalbaba Tekkesi (Üsküdar)
Kaşgari Tekkesi (Eyüp)
Keçceci Baba Tekkesi (Tokat)
Kul Hümmet (Tokat)
Mevlevihaneler (Galata, Yenikapı, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Üsküdar)
Nurbaba Tekkesi (Kısıklı - Üsküdar)
Piri Baba Tekkesi (Merzifon)
Şahkulu Sultan Tekkesi (Kadıköy)
Sümbül Efendi Tekkesi (Kocamustafapaşa)
Yahya Efendi Tekkesi (Beşiktaş)


                       

Tekke , zaviye  ve türbelerin kapatılması
“Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması”, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanun ile uygulamaya konmuş bir Atatürk Devrimi’dir.
Konya milletvekili Refik Bey (Koraltan) ve beş arkadaşının önerisiyle meclise sunulup kabul edilen Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır. Ayrıca yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde padişahlara ait ya da bir tarikata çıkar sağlamaya yönelik tüm türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Yasaya aykırı davrananlara para ve hapis cezası getirilmiştir.

Yasa, 1982 anayasasında "inkılap kanunları" (anayasanın 174. maddesine göre anayasaya aykırılığı iddia edilip iptal edilemeyecek kanun) arasında kabul edilerek koruma altına alınmıştır.
                             
Yasanın Çıkma Süreci
Yasanın çıkmasında, Doğu Anadolu bölgesinde gerçekleşen Şeyh Sait İsyanı'nın hızlandırıcı rolü oldu.
Bir Nakşbendiyye şeyhi olan ve 1925 yılında Mustafa Kemal ve arkadaşlarının İslâm dininin temelini yıkmaya çalıştıklarını iddia eden bir fetva yayınlayarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı ayaklanan Şeyh Said, başlattığı isyanda gücünü tekke, zaviye ve dergâhlara yerleşmiş tarikatçılardan alıyordu. İsyancıları yargılayan Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, 28 Haziran’da okunan karar metninde “şeyhlerin tekke ve zaviyelerde kendilerine Allah süsü vererek halkı kendilerine taptırmak gibi fiiller işlediğinin anlaşıldığını" bildirmiş ve yargı bölgesi içindeki tekke ve zaviyeleri kapatmıştı. Bu gelişme, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun çıkışı hızlandırdı. Ankara İstiklal mahkemesi de tekke ve zaviyelerin kapatılması için hükûmete başvuru yaptığı gibi Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları bu konuda bir yasa önergesi hazırlayıp Meclise verdiler.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925'teki Kastamonu söylevinde "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." sözleriyle tüm yurtta tekke ve zaviyelerin kapatılacağının işaretini verdi.Cumhurbaşkanı Ankara’ya döner dönmez bu konuda bir hükûmet kararnamesi yayımlandı. 2 Eylül 1925 tarihli kararname ile tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı alındı.

Ceza yaptırımı içeren yasanın çıkması, Refik Bey ve arkadaşlarının hazırladığı 677 sayılı yasa önerisinin 30 Kasım 1925 günü mecliste tartışılması sonucu yürürlüğe girdi.
                         
Yasada Değişiklikler
677 sayılı yasa, önce 1950 yılında çıkan 5566/1 numaralı yasa daha sonra 1990 yılında çıkan 3612/5 sayılı yasa ile değişikliğe uğradı.
Yasa değişikliği konusu, ilk defa 1947'de CHP'nin VII. Kurultayı'nda gündeme geldi. Kurultayda programın milliyetçilik maddesine ilişkin söz alan Hamdullah Suphi Tanrıöver, gençlere milliyet duygusunun verilmesi için türbelerin tamir edilmesini, açılmasını önerdi. Kanun değişikliği içeren yasa tasarısı, 21 Ocak 1950'de başbakan Şemsettin Günaltay tarafından meclise sunuldu; geniş bir mutabakatla 5 Mart 1950'de yasalaştı. Yeni yasa, türbelerin bir bölümünün Milli Eğitim Bakanlığı onayı ile açılmasına olanak sağladı. İlk olarak İstanbul'da Koca Mustafa Reşit Paşa türbesi, ardından Gazi Osman Paşa türbesi açıldı. Bunu Barbaros Hayrettin Paşa türbesi, Osmanlı sultanlarından Kanuni ve`Yavuz'un, Bursa'da Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin türbelerinin ve Yeşil Türbe'nin açılışı izledi. Mimar Sinan'ın, Fatihin türbesi, içinde Abdülaziz ve II.Abdülhamit'inde yatmakta oldukları II. Mahmut Türbesi, Bolayır’da Şehzade Gazi Süleyman Paşa, Kırşehir’de Âşık Paşa, Konya’da Selçuklu sultanları,Akşehir’de Nasreddin Hoca türbeleri ilk partide açılan türbelerdendir.

1990’da çıkan yasa ise türbelerin açılması için Bakanlar Kurulu onayının alınması şartını ortadan kaldırdı; Kültür Bakanlığı’nın onayı yeterli görüldü.

Siyasilerin tarikat mensupları ile ilişki kurması sonucu tarikatların itibar kazanması ile yasa uygulanmaz duruma geldi. Tarikatlar, yasaklı olmalarına rağmen etkinliklerini sürdürebilmektedirler.

Emrah Altınay

5 Eylül 2014 Cuma

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI-V

17.yüzyıl Osmanlı Devleti için parçalanışın, dağılışın ve çöküşün başlangıcıydı. Her alanda artık devlet halkına yetememeye, batıda başlayan yenilik hareketlerine yetişememeye başlamıştı. Devrin vezirleri deyim yerindeyse kendi çorbasına bakmaya başlamış, padişahlar ise tecrübesiz oldukları ve yanlarına aynı düşünceden vezir bulamadıkları için tutunamamıştır. Hal böyle olunca da küffar durumu fırsat bilmiş ve devletin yaralarına iyice yüklenmiştir.
17.yüzyılın yenilikçi ilk padişahı Sultan II. Osman yani ‘Genç Osman’ dır. Bu lakap ona henüz 12-13 yaşında padişah olduğu ve 18 yaşında vefat ettiği için verilmiştir. Dediğimiz gibi II. Osman devletin ilk ıslahatçılarından sayılır. Ordudaki ve yönetimdeki eksiklikleri ve yanlışlıkları görmüş ve müdahale etmek istemiştir lakin destekçi bulamamıştır. Ve kendi askerleri tarafından acımasızca boğulmuştur.
Genç Osman 3 Kasım 1604 de İstanbul’da sarayda doğmuştur. Sultan Ahmed’in oğludur, babası öldüğünde geleneklere göre onun tahta çıkması gerekirken bu konuda kaideler değiştirilmiş, Sultan Ahmed Han kardeş katli yasasını kaldırmıştır. Şehzadeler artık sarayda yetişecek ve kafes denilen yerlerde belki bir ömürlerini geçireceklerdi. Böylece şehzadeler arasında taht kavgası bir süre olsun engellenmiştir ancak bu sefer de tahta çıkacak şehzadelerin akıl sağlıklarında sorunlar ortaya çıkmış, 50 yıl kafeste yaşayan şehzade kılıç kuşanma töreni için kafesten çıkarılırken öldürülmeye gideceği korkusunu yaşamıştır. Nitekim Sultan Ahmed’in kardeşi Mustafa da akıl sağlığı yerinde olmayan şehzadelerdendi. Abisi ölünce tahta gelenek dışı olarak geçti ve tahtta 3 ay gibi kısa bir süre kaldı. 3 ay sonunda tahttan indirilerek yerine II. Osman tahta geçti. Genç Osman atikti, tez canlı ve yenilikçilikten yanaydı. Bu yüzden kısa sürede yeniçeri ağaları ve devlet erkânından bazıları bu durumdan homurdanmaya başladı.
Genç Osman annesi tarafından iyi bir tahsil gördü. Birçok ecnebi ve doğu lehçesini öğrenerek tercümeler bile yapmıştır. Büyük atası Yavuz Sultan Selim Han gibi saray dışından evlenerek geleneklerde değişikliğe gitti zira Fatih dönemine kadar saray dışından evlilik yapılırdı ancak Sultan Selim’den sonra bu gelenek unutulmuş idi.
Genç Osman tahta çıktığı sırada Osmanlı İran ile savaştaydı. Genç Osman durumu analiz ederek yapılacak barışın devlet menfaatine uygun olduğunu gördü ve kısa süre sonra barış sağlandı. Genç padişah yönünü batıya çevirmişti artık ve dedeleri gibi şanlı bir sefer için hazırlığa başladı.
Bir süre sonra Osmanlı-Lehistan arasında husumet çıktı ve iki devletin arası açıldı. Genç Osman sefer kararı aldı ve ordu Hotin Kalesine doğru yola çıktı. Sultan da arkalarından yola çıktı.
Avusturya da Lehlere destek vererek güçlü ve yeni bir ordu oluşturmaya çalıştılar. İki ordu Hotin’de karşı karşıya geldi. Yeniçeriler kaleyi kuşatmaya başlasa da kendilerini savaşmaya vermedikleri ve isteksiz oldukları için savaş ve kuşatma kesin bir sonuca ulaşamadı. İki taraf anlaştı ve sefer sona erdi.
Sefer sonunda genç padişah ordunun isteksizliğini görmüş ve bunun nedenlerini araştırmaya başlamıştı. Paralarının az geldiğini düşünerek hesapları kontrol etti lakin eksik değil fazlalık olduğunu gördü. Kıdemli yeniçeriler şehid olan askerlerin paralarını kendi defterlerine aktarmışlar böylece haksız yoldan para kazanmışlardı. Sonunda askerlere ödenen ek maaşları kesti, böylece askerlerin ona olan homurdanmalarını arttırdı ve askerler artık bu genç padişahı istememeye başladı.
Bunun üzerine yapılmaya çalışılan yenilik hareketleri de askeri ve yönetimi rahatsız etmişti. Sultan artık yeni ve modern bir ordu kurmanın zamanı olduğunu anladı ve Anadolu’ya asker toplamaya gitmek istedi. Bunun için de Lübnan’da çıkan bir isyanı bahane etmek istedi lakin devlet büyükleri küçük bir isyan için padişahın gitmesine gerek yok diyerek engel oldu. Padişah bu seferde hacca gitmek istediğini söyledi lakin buna da karşı çıkıldı. Şeyhülislam ve vezirler caydırmaya çalışsa da padişah kararlılığını belli eder ve hac hazırlıkları başlar. Şu da bir gerçektir ki o zamana kadar hiçbir padişah hacca gitmemiştir.
Hazırlıklar yapılırken sinsice plan yapan yeniçeri ağaları padişahı ortadan kaldırmak için harekete geçer. İsyan başlatıp saraya girerler birçok devlet adamını kılıçtan geçirirler. En son padişah kalır onu da alıp Yedikule zindanlarına götürürler. Padişah ağaları caydırmaya çalışsa da başaramaz yeniçeriler padişahın boynuna kement atar. Padişah kementten kurtulur bir kement daha atarlar ondan da kurtulur en son hepsi birden padişahın üstüne atlar ve genç bahtsız padişahı oracıkta boğar öldürürler.
Genç Osman aklındaki yenilikleri belki yürürlüğe koyabilseydi devlet yapılanması yeniden düzene girebilirdi lakin devlet bir süre daha çöküşe devam eder. Sultanın vefatıyla Anadolu’da Celali isyanları yeniden başlar, ülke tekrar karışır. Tahta da 4 yıl önce indirilen Sultan Mustafa geçer. 1 yıl sonra yeniden tahtan indirilir ve yerine Sultan IV. Murad tahta geçer. Devletin yeniden rahatlayacağı ve refahı bulacağı yıllar Sultan Murad’ın yönetimi eline aldığı yıllar olacaktır. Allah hepsinden razı olsun.
Cihan padişahlarını anlatmaya devam edeceğiz esen kalın…


Recep Gürler

1 Eylül 2014 Pazartesi

ŞAPKA

Başa giyilen başlık anlamındadır. Latince “cappa” dan gelmektedir. Kadın, erkek ve çocukların sokağa çıkarken gerek aksesuar, gerekse sıcak veya soğuktan korunmak için giydiği kumaş, hasır, fötr veya çeşitli maddelerden yapılmış değişik desen ve şekillerde olan kıyafeti tamamlıyan bir aksesuardır.
Genel olarak şapka ;

* Yaşam şeklidir    


* Statü sembolüdür                    












* Kıyafetin veya üniformanın parçasıdır      















* Güneş ve soğuktan koruyucudur  
   







* Siyasi ve dinsel mesaj taşır            




















* Görünüşe otorite, itibar ve güven verir          
















BAZI ŞAPKA MODELLERİ ŞUNLARDIR



Bere : 15.yy'dan bugüne kadar kullanılan bir modeldir. Genişliklerinin değişmesine rağmen, yuvarlak ve düz bir tepesi vardır. Yün veya keçeden yapılır. Günümüzde BASQUE ve CHE GUEVERA beresi olarak tanınmaktadır.


Breton :16 yy. Fransız denizciler tarfından giyilen günümüzde kadınlar tarafından tercih edilen bir modeldir. Modelin özelliği çevresinin yukarıya doğru kıvrımlı olmasıdır.




Kovboy :  Amerikan büyük baş hayvan bakıcılarının giydiği kenarlı yün, tavşan veya çeşitli hasırlardan yapılan bir modeldir.









Derbi :  1888'den kullanılan melon şapkanın bir modelidir. Sert, ve yuvarlak hatlara sahiptir.








Fedora : Erkeklerin yumuşak şapkasının olduğu ve uzunlamasına tepesi olan kırıştırdığı fötr şapkaya benzeyen model, daha sonraları kadınlar tarafından benimsedi. İsmini 1882'de Paris'te sunulmuş olan ve Viktorya zamanı Sardou'nundramasındaki kadın kahramanından almıştır.







Fes : Kırmızı veya siyah, koni şeklinde   tepesi   düz   ve ona bağlı  bir püskül bulunan şapkadır. 19 yy'dan önce Türklerin resmi giysisi olmuştur. Fas'ın Fes şehrinden çıkmıştır








Kep :  Alman Ordu kasketidir. Fransız askerler tarafından benimsenmiştir. Düz - üstlü taç ve büyük ölçüde yatay siper bulunan bir şapkadır.







Kasket : 1920'lerde gazete dağıtan çocuklar tarafından giyilen bu model. Daha sonra yetişkin erkekler tarafından 1970'lerden sonrada kadınlar tarafından giyilmeye başlanmıştır. Siperli genel olarak yumuşak kumaşlardan yapılan bir modeldir.









Sombrero: İspanyolca şapka anlamına gelir. Yüksek tepesi tepesi ile başı serin tutar. Geniş kenarları sayesinde de cildi güneşten korur. Hasır ve keçeden imal edilir.



Kaptan: İlk önceleri Kuzey Avrupa ülkelerinde daha sonrada yaygın olarak Akdeniz ülkelerinde deniz ile uğraşan insanların giydiği siperli bir şapka modelidir. Günümüzde hem erkek hem de kadınlar tarafından kullanılmaktadır.




                                                 




ŞAPKANIN TARİHİ

İlk şapka kullanımına eski Mısır ve Yunan döneminde Teb kentinde bulunan erkek mezarlarında rastlanmıştır.

 M.Ö. 3200 yılında Mısır’da erkeklerin, başlarına tüyler, kralların ise taç ya da peruk üzerine geçirilmiş bezler giydikleri bilinmektedir.
 M.Ö. 3000 yıllarında Girit Adası’nda yaşayan Minoslular, uzun sivri tepeli şapkalar, Asurlular ise kendilerine özgü yuvarlak şapkalar kullanırdı.


“KLAFT” adı verilen başlıklar Mısır’da kullanılmıştır. Halkın ve esirlerin giydikleri bu başlıklar, bir parça kumaştan ibarettir. Daha yüksek tabakadan olanlar bu kumaşı, üzeri kabuklarla örtülü metal bir taca tuttururlardı. Bazen kumaşı tutturdukları yerde metal yerine yılan başı ya da lotus çiçeği kullanırlardı.
Kral ailesi ise tüylerden ve balık pullarından yapılmış daha süslü “KLAFT”lar kullanırlardı.





Dinsel kitaplardan edinilen bilgiye göre Yahudi kadınları, Yakup peygamber döneminde başlarına yaşmak örterlermiş. Asurlu kadınlar koyun derisinden elde edilmiş olan fötr şapkalar giymişlerdir. “ FEZ ” adı verilen bu şapkalar kenarsız olup arkaya doğru sarkan altın kordonlarla süslenmiştir. Birçok tarihçinin söylediğine göre eski Yunanistan’da kullanılan ilk şapkalar, şaçıat kuyruğu gibi tutan üstü işlemeli bir tür tüldür.

Sonraları ilah Hermes’in giydiği gibi “PETASUS” ya da “PETASOS” adı verilen geniş kenarlı, küçük tepeli ve tepenin üstünde bir düğme bulunan şapka kullanmışlardır.
İÖ IV. ve II. yüzyıllarda, “TANAGRAK” adı verilen ve günümüzde Avrupa’daki birçok müzede görülen pişirilmiş tuğla biçimindeki “THEUTRUM” adlı şapkaları kullanmışlardır.
İranlı kadınlar deriden yapılmış küçük “TAMBUR” lar giyerler “Tambur”a tutturulan bir tülle de yüzü örterlerdi. Frigya’da azat edilen esir kadınlar bir ucu eğik koni biçiminde bereler giymişlerdir. Fötrden yapılan bu bereler,daha sonra Fransız Devrimi sırasında özgürlük sembolü olarak kullanılmıştır.

Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde kadınlar “PILEO” adı verilen ve Frigya kadınlarının giydikleri bereye benzeyen ama o kadar yüksek olmayan bereler giymişlerdir. Daha sonra “CALIENDRUM” adı verilen yüksek tepeli,hasır şapkalar kullanmışlardır. Hıristiyanlık’ın başlarında avamdan olan kadınlar başlarını küçük ya da büyük şal veya yaşmakla örterlerdi. Aynı dönemlerde Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun asil sınıfından olan kadınlar alın üzerinde bir banda veya taca tutturulmuş tüller kullanmışlardır.
İS 400 ‘de Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması ile Ortaçağ başlamıştır. Bu çağda şapka modasında büyük değişiklikler olmuştur.Arkada topuz yapılan örgü saçların üzerine giyilen, tepesi düz bir takke olan ve çene altından keten kumaşla tutturulan “BERBETTE” modası bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu moda, İtalya, Fransa, İngiltere ve Almanya’da ufak değişikliklerle kullanılmıştır. Bu modeller Provence bölgesinde (Fransa’nın güney doğusunda Akdeniz kıyısında ) Eleanor ve Margaret-2’nin ünlü tablolarında görülmektedir.
Eski Roma İmparatorluğu’nda şapkayı zenginler giyerdi. Yoksulların ve kölelerin giymesi yasak olan şapka, ancak kölelikten kurtulunca özgürlüğün simgesi olarak giyilebilirdi.
Şapka,yıllar boyunca genelenekselliğin ve itibarın sembolü olarak kullanılmıştır. Örneğin, Katolik piskoposun tacının kaynakları, çok eski Hıristiyan dönemlerine ve muhtemelen Hıristiyanlık öncesine kadar uzanır. Piskoposun tacının biçimi, yüzyıllar sonra bütünüyle değişti. XII. yüzyıla kadar dönemin Gotik katedral mimarisi gibi karakteristik çift tepesi,göğü işaret etmektedir. Tacın üç tipi vardır: Basit, altın ve değerli ya da mücevherli. Hangi tacın kullanılacağı yapılacak törenin derecesine göre değişmektedir.
Hıristiyanlık’ınXI.yy’a kadar süren döneminde kadınlar, başlarını örtmek için vual kullanırlardı . Daha sonra vualin yerini tepesi sivri kukuleta biçiminde, boynu ve omuzları örten,yüzü açıkta bırakan başlıklar almıştır. Düşüncelerdeki değişiklikler giyilen başlık ve şapkalara da yansımıştır. Papa Paul VI, dinsel pratikte daha fazla yalınlığı ve çağdaşlığı istemiş olduğu için rahibelerin giyim alışkanlıkları da değişmişti. Bu duruma direnenler olmakla beraber, birçok dinsel emir, onların alışkanlıklarını yeniden tasarlayarak yanıt verdi. Değişim düşüncesi, giyilen başlıkların biçimini de belirledi. Tarih dönemleri boyunca örtünme, insanoğlundaki uyumla birlikte,ilahi hikmetten çok şeyler taşıdığı halde, birçok yorumun üretildiği simge haline de gelmiştir.
Zamanla Müslüman kadınlar da peçe ile tanışmışlardı. Neredeyse kadınlara özel tek başlık olan peçenin kullanımı çok eskilere uzanır. Bugün de bazı kadınların hala kullandığı peçe ile yüz, topluluk içinde örtülü tutulur. Müslüman ülkelerde kadının başını ve yüzünü örtmesi, inancın göstergesi olmasının yanı sıra kimi çevrelerce, alçakgönüllülüğün, saygının ve saygınlığın da ifadesi sayılmaktadır.
Şapkaya biraz daha uzak olan Doğu toplumlarında kadınlar genellikle saçlarını süslerler . İS XI. ve XIII. yüzyıllarda yapılan Haçlı Seferleri, Doğu ile Batı arasında her alanda olduğu gibi saç süsleme kültüründe de etkileşimler yaratmıştır. Batılı kadınlar saçlarını doğudakiler gibi taş ve boncuklarla süslemeye, doğulu kadınlar da Batı kültüründen esinlenerek başlarına şapka ve benzeri başlıklar takmaya hatta bunları kendi kültürleri ile özdeşleştirmeye başlamışlardır.
İngiltere kralı VIII.Henry’nin portreleri XVI.yy’da kral şapkalarının da çeşitlendiğini gösterir.
Bu şapkalar ya büyük tüylü bereler biçiminde ya da büyük kenarlıdırlar. Kadınların kullandıkları vualler bu yüzyılda da görülmektedir. Önceleri yüzün iki yanına sarkıtılarak kullanılan vual örtüler, sonraları başın arkasını da örten başlıklara dönüşmüş ve Fransız kukuletası olarak adlandırılmıştır. XVII.yy’da İngiliz şövalyelerinin kullandıkları şapkalara “SOMBRERO” denilirdi. Geniş kenarlı olan bu şapkalar, tüylerle süslüdür. Yine bu yüzyılda kadın şapkası modaevlerinin açılmaya başlandığı görülür .1529 yıllarındaki ilk kayıtlardan öğrenildiğine göre, Milan ve Kuzey İtalya’da hasır, şerit vb. malzeme kullanarak şapka yapanlara “Millaners” denilirdi.
İsviçre ve İtalya ürünü hasırlardan yapılan ve o yıllarda çok moda olan hasır şapkalarda, sonraları taklit hasır kullanılmaya başlanmıştır . Günümüzde de kullanılan bere ise, bu yıllarda İtalyanlar ve Fransızlar tarafından, genellikle kağıt, kuru ot ve at kılından üretilmiştir.
Romantik çağ olarak bilinen XVIII.yy,peruğun altın çağıdır. Kadınlar kule biçimde topladıkları saçlarını biblolarla süslerdi. Fransız Devrimi, erkek başına da kadın başına yalınlık getirmiştir. Kadınlar dantel ya da hasır şapka kullanır, büyük şapkalara siperlik takarlardı.
Erkekler arasında ise silindir şapka, yaygın bir biçimde kullanılırdı.
1860’ta hasır, 1870’te melon şapkalar yaygınlaşır. 1890’da ise fötr’den yapılmış şapkalar moda olur. Hasır şapkaların en kalitelisi üç yüzyıl önce Avrupa’ya getirilmiş olan ve geldiği yerin adıyla anılan “PANAMA” şapkalarıdır. El dokuması malzemeden yapılan bu şapkalar,dokusundaki hasırın güneşe karşı dayanıklı olması ile ünlüdür . XIX.yy’da kadınlar saçlarını türban ya da torba bonelerle gizlerdi. Hasırdan şapkalarını kurdele ve fiyonklarla süslerlerdi. XX.yy şapkalarına biçim veren ise, I.Dünya Savaşı’dır. Kunduz kürkünden yapılan büyük şapkalar, savaştan sonra yerini, çan biçimde küçük şapkalara bırakmıştır. 1920’lerde kadınlarda kaşlara kadar inen modeller, erkeklerde ise fötr ve melon şapkalar gözdedir.

1950’lerde hazır giyim,dünya modasında hızla yerini alırken şapka da ona uygun olarak değişime uğramıştır. 1960’larda kadınlar şapka giymeyip saçlarını kuaförlerde boyatmaya ve biçim verdirmeye başlamışlardır. Fakat bu akım da çok kısa sürmüş ve yerini doğallığa bırakmıştır
Günümüzde ise, kadınlar da erkekler de,kolaykullanılabilen,yağmura ve soğuğa karşı koruyucu, işlevsel şapka kullanmayı tercih ediyor.


TÜRKLERDE ŞAPKA

Türklerin tarihinde önemli bir yere sahip olan şapkanın kullanımı Orta Asya’daki göçebe döneme kadar uzanır. Bozkır Türk giysilerinin malzemeleri yün (koyun, keçi, deve yünü), deri (koyun, kuzu, sığır, tilki ve az miktarda ayı derisi) ve kürkten oluşmaktaydı. Şapkalar genellikle postan ve keçeden yapılmıştır. Sürekli olarak açık havada dolaşılması nedeniyle soğuğa, rüzgâra karşı kulaklıklı ve enselikli şapkalar kullanılıyordu
Kaşgarlı Mahmut’un “Divanü Lügat-it-Türk”ünde koyun ya da kurt postundan yapılan şapka “börk” kelimesiyle, börk ise,dört türüyle kayıttadır. Sukarlaç, kızıklığ, kuturma ve kıymaç. Geleneksel kadın başlıkları çok çeşitlidir. "Taqiya" ve "qunduz börk", "oqa börk" gibi çesitleribulunmaktadir. Genç bir kadın evlendikten sonra evli olduğunu gösteren beyaz bir başörtüsü takmaktaydı. Kaşgarlı Mahmut Dîvân ü Lûgât-it Türk'ün de " Fars 'sız Türk olmaz, başsız börk olmaz." sözüyle tarihimizde “börk” kullanımının öneminden söz etmiştir. Hatta günümüzde çok kullanılan bir atasözümüzün gerçek söylenişi “baş kırılır börk içinde,kol kırılır yen içinde ” biçimindedir .
Börk ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk yıllarında Bursa 'nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) istekleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre her an savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu amaçla Türk gençlerinden oluşturulan ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adı verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askerî sınıfa mensup olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırt edilmeliydi. Bu nedenle, bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi saptandı . Savaşa hazır asker sınıfı buna gore "ak börk" giyecekti,böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1826 ‘ya kadar börk kullanılmıştır. Yeniçeriler, başlarına börk adı verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subaylar ise düz giyerlerdi. Fatih kanunnamesinde belirtildiğine göre yeniçeri taifesine her yıl beşer zira (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan bir uzunluk ölçüsü ) lacivert çuha ve otuz iki akça "yaka akçası" ile her birine başına sarması için altışar zira astar verilmesi hükmü konulmuştu.
Yeniçeriler yalnızca törenlerde “üsküf” denilen başlık giyecektir.
Mehter takımının da başlıkları önemli idi. Yürüyüş nizamında en önde başında “üsküf” bulunan mehteran bölüğü komutanı yürürdü.
II. Bayezit, Akkerman ve Kili kalelerini feth ettiği zaman Mengli Geray Han'a da padişaha hizmetlerinden ve o muharebelerdeki celadetinden dolayı ödül olmak üzere padişah tarafından beyaz kadifeli samur kalpak, altın işlemeli üsküfarmağan edilmiştir.

Boğdan Beyi’nin de yardımıyla Lehistan’a karşı yapılan harekette BoğdanBeyiStefan,sadakat gösterdiğinden kendisine kırmızı keçeli altın üsküf giydirilmiştir. Tüm kültürlerde olduğu gibi benzer örneklerden de anlaşılacağı gibi başlığa tarihimizde de gerekli önem verilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan diğer başlıklar;

Külâh-ı Mevlevi ve fahir de denen sikke, koyu kahverengi, bal rengi ya da beyaz, yaklaşık 45 - 50 santimetre uzunluğunda, iç içe geçmiş iki kat dövme yünden ( keçeden ) yapılan bir külahtı. Üst tarafı, alt tarafına oranla dardı. İlk zamanlarda alt kenarı kalın, üstü sivrice ve kalıpsız olan sikkelerin, sonraları boyu kısaltıldığı gibi, keçesi de inceltilmiş ve fese benzetilmişti. Sikke zamklanır, kalıplanır, ütülenir, parıl parılbir hale getirilirdi.

Şeb-külâh denen ve gece yatılırken giyilen sikkeler, arakiyyeden kısa ve kalıpsızdı. Son zamanlarda yalın kat sikke giyenler de vardı. Sikkelerin kenarlardan itibaren üste doğru basık ve tepesi keskin olanlarına “külah-ı seyfî “ (kılıca benzer külah) denirdi. Son zamanlarda bu çeşit sikke giyen yoktu. Mevlevi Şeyhi Divane Mehmet Çelebi ve dervişleri bu çeşit külâh giyerlermiş. YûsufSîneçak’ın mezar taşında da Mevlevi olduğunu belirten “seyfî külah” biçimi kazınmıştır. Anlaşılıyor ki bu külah, daha çok Şemsî Mevlevîlere aitti.

Arakiyye
Ter emen anlamlarına gelen bu sözcük, beyaz ve dövme yünden yapılmış, sikke kadar uzun olmayan bir serpuşu tanımlar . Semâ' çıkarmamış matbah canları, arakiyye giydikleri gibi isteyenlere ve bilhassa çocuklarla kadınlara şeyh tarafından arakiyye tekbir edilirdi. Üstü yukarıya doğru sivrice, dar ve iki yandan yassı olup üstte, âdeta önden arkaya doğru ve yüksek bir çizgi oluşturacak biçimde yapılmış olanlarına “elifi arakiyye” denirdi.
Fes, Osmanlı topraklarına XIX. yüzyılda gelmiştir. 1826'dan hemen sonra, İkinci Mahmut'un yeniçeriliği kaldırması sırasında Akdeniz'de seferde olan Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa,
padişahın yeniçerilerden hiçbir eser kalmaması konusunda çaba gösterdiğini işitince, Tunus'tan bir miktar fes alıp tayfalarına giydirdi. İstanbul'a döndüğünde askerleriyle beraber padişahın huzuruna, başında fesle çıkınca, bu yenilik padişahın çok hoşuna gitti ve eski başlıkların yerini fesin almasını emretti.
Tunus'a hemen 50 bin adet fes sipariş edildi. Ancak daha sonra hammaddesi yün olan fesin üretiminin kolaylığı fark edildi. Bir imalathane kuruldu ve başına İzmir'liKatipzade Mustafa Efendi getirildi. 1828'de çıkartılan bir kıyafet nizamnamesiyle de fes,resmi başlık oldu. Daha sonra genişleyen Feshane Fabrikası bütün ihtiyacı karşıladığı gibi imparatorluğun ilk yünlü mensucat fabrikası haline geldi ama fes ithalatı hep devam etti.
Cezayirli denizcilerin İstanbul’a taşıdığı fesi bir dönem Türk denizcileri ve kadınlar da kullanmıştır. Fesler arasında püskül ve kalıp farkı vardı. Önceleri Tunus tarzı püskül benimsendi. Mavi renkli olan bu püskül çok büyük ve uzundu. İlk zamanlar arkayı ve tepeyi tamamen kaplayan püskül zamanla küçüldü, kısaldı ve fesin yalnızca arkasında kaldı.
1848'de bir de püskül nizamnamesi çıkartıldı, püskülün uzunluğuna, rengine ve ağırlığına kadar bütün ayrıntılar ortaya konuldu. Bu yeni başlığın formunu koruması için zaman zaman yapılan yenileme, fesin kalıba konulması biçiminde olurdu. İzmit'te Todori adında bir Rum tarafından keşfedilen kalıplama tekniği daha sonra İstanbul'da yaygınlaştı. Sultanahmet Parkı'nın karşısındaki sıra dükkanlar ile Süleymaniye, Fatih ve Aksaray'da bulunan birçok mağaza, bu işi yapardı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde şapkanın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli subaylar 43 çeşit farklı başlık biçimi kullanırlardı. Kimse bulunduğu sınıfa ait olmayan rengi ve biçimi kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlileri için ayrılan başlık biçimi sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi şapkalarından tanımak mümkündü. Sarıktan fese, festen şapkaya geçilmiştir. Osmanlı’da, çok çeşitli başlıklar kullanılırdı. En yaygını ise "kavuk" ve " külah"tı. Sadrazamdan kâtibe kadar herkes, şapkalarından tanınırdı. Bu mezar taşlarına bile yansımıştır.

Osmanlı imparatorluğu'nun son beş yılına damgasını vuran İttihat ve Terakki’nin önemli liderlerindenEnver Paşa’nın kullandığı kalpak, o yıllarda moda oldu. “Enveriye kalpağı” ya da yalnızca “enveriye” diye adlandırılan kalpak,I.Dünya Savaşı’ndan önce tasarlanan bir askeri başlıktır. Enver Paşa bu başlığı Trablusgarp Savaşı sırasında gördüğü İtalyan güneş şapkalarından esinlenerek oluşturmuştur. Hasır bir iskelet üzerine kumaş dolanarak üretilen enveriyeyi, erattan en yüksek rütbeli subaylara, donanma dahil, her branştan herkes, sahrada giymiştir.
Erzurum Kongresi sonrası, vakit geceyarısını geçmiş. Mustafa Kemal Paşa, İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Mazhar Müfit ( Kansu ) küçük bir odada çalışıyorlar. Aniden İbrahim Süreyya Bey, Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle bir soru yöneltir:
"Paşam, başarıya ulaştıktan sonra... neler yapmayı düşünüyorsunuz?"
Mustafa Kemal bu soru üzerine Mazhar Müfit'e dönerek, "Şimdi not et bakalım" diyor, "ama defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir sen bileceksin. Şartım bu. Önce tarih koy: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı." Ve zafer sonrası Türkiyesi için düşüncelerini tek tek yazdırıyor:
“Bir: Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.
Beş: Latin harfleri kabul edilecektir ."
Mustafa Kemal, Anadolu'ya gönderilmeden çok önce kendi Türkiye’sini oluşturmuştu. O’nu Anadolu'ya gönderen Sultan Vahdettin, bir anlamda planlarını gerçekleştirmesine yardım etti.

ATATÜRK’ E GÖRE ŞAPKA
Çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabaları destekleyecek en önemli adımdı. Kişinin kıyafetini değiştirmekle ruhsal yapısının da değişeceğini varsayıyordu. "Arkadaşlar" diyordu, şapkalı olarak ilk kez gittiği Kastamonu'da: "Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta siperi şemsli serpuş; bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine şapka denir."
Ankara'ya döndüğünde kendisini karşılayan "üst düzey"dekilerin tamamı şapkalıydı. Hava ile birlikte moda anlayışı da değişmiş, hayat bir gün içinde başkalaşmıştı.

TBMM'de şapka görüşmeleri,
Hazırda bekletilen " Şapka iktisasına (giyilmesine) Dair Kanun " Tasarısı hemen Büyük Millet Meclisi'ne sevk edildi;ancak bu tasarıyı Meclis’ten geçirmek kolay olmadı. Tasarı görüşülürken, taslağın anayasaya aykırı olduğu ileri sürüldü. Bunu ileri süren Bursa Milletvekili Nurettin Paşa 'ya karşı, Atatürk 'ün yakın çevresinden dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) çok sert çıktı: "Hürriyetin nasibi, irticaın elinde oyuncak olmak değildir? Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman anayasaya aykırı olamaz, olmaması mukayyettir (belirlenmiştir)." Herkes sustu . Şapka kanunlaştı ( 25 Kasım 1925 ) .Artık erkeklerin şapka dışında başlık giymeleri suçtu. Ama o sırada ülkede yeteri kadar şapka da yoktu. İnsanlar şapkaya benzer ne bulurlarsa başlarına geçiriyorlardı. Hatta Rum kadınlarının giydiği şapkalar bile bir süre üst tabakadaki erkekler tarafından kullanılmış ve trajikomik görüntüler oluşmuştu.
Şapka olayları,

Şapka Kanunu'nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de sert direnişler yaşandı. Ama hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir biçimde bastırıldı.
Örneğin, Trabzon, Hamidiye Zırhlısı tarafından bombalandı. "Bizim uşakların,  atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk" diye aman dilemeleri ünlüdür.


Şapka Kanunu,

İnkilap kanunları diye adlandırılan ve değiştirilmez olarak kabul edilen kanunlardan biri de, 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkındaki kanundur. (Resmi Gazetede yayın tarihi: 28.11.1925/230).
Bu Kanuna göre Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri dahil, bütün kamu görevlilerinin, bütün memur ve müstahdemlerin "şapka giyme mecburiyeti" vardır. Kanun, kamu görevlileri açısından "şapka giyme mecburiyeti"ni getirmekle beraber; vatandaşlar açısından bir yükümlülük ihdas etmemektedir. Halen yürürlükte olan bu kanunu uygulama görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu'na verilmiştir. Ancak bugün, başta milletvekilleri ve Bakanlar Kurulu üyeleri olmak üzere, kamu görevlileri artık bu zorunluluğa uymamaktadır . Bu nedenle bir "İnkılap Yasası " olan bu yasa, artık “metrukiyetle maluldür”. Yani hukuken varlığını devam ettirmekte ise de günlük hayatta artık uygulanmamaktadır . Öyle ki, 16.7.1982 tarih ve 8/5 105 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kabul edilen "Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık-kıyafetine Dair Yönetmelik" (RG.: 25.10.1982/17849) dahi artık şapka giyilmesinden bahsetmemektedir. Yalnızca kamu görevlileri açısından "şapka giyme zorunluluğu " getiren bu yasa, artık "kadük" kanun durumundadır.

Uygulamada “yok” hükmünde olan bir yasayı Anayasaya yazıp da (orada ibka edip de) "değişemez veya Anayasaya aykırı olarak yorumlanamaz" kaydı koymanın ne anlamı vardır?
3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun (RG.: 13.12.1934/2879). Yasanın;
1. maddesi hükmü, yalnızca "ruhaniler"le ilgili olup. "ruhani kisve"lerin "mabet ve ayinler haricinde" taşınmasını yasaklamaktadır.
2. maddede, izcilik gibi sportif faaliyetlerin icrası ile ilgili kıyafet ve alametlerin belirlenmesi bir hukuki rejime tabi tutulmuştur.
3. maddesiyle, yabancı bir devlete ait askeri veya sair resmi kıyafet ve alametlerin taşınması yasaklanmıştır.
Yasada, "yabancı örgüt mensupları"nın kendi özel kıyafet ve alametleriyle ülkemizi ziyaret etmeleri, Bakanlar Kurulu'nun iznine tabi tutulmuştur (md. 4).Yasanın 5. maddesinde ise, ülkemizde görev yapan yabancı devlet memurlarının kıyafetlerinin uluslararası teamüllere tabi olduğu belirtilmiştir. Bakanlar Kurulu, bu yasanın uygulamasıyla ilgili olarak "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanunun Tatbik Suretini Gösterir Nizamname"yi çıkarmıştır (RG.: 18.2.1935/2933).
Bu yasanın yasakladığı ya da sınırladığı davranışların, örneğin Avrupa Birliği’ne girilirse anlamı kalmayacak ve önemli ölçüde değişecektir. İzcilik, sportif faaliyetler vb. ile ilgili kıyafetlerin bir yasaya tabi olması konusu da Anayasa'da yer almamalı ve değişemez olmamalıdır.
26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun.
Bu kanun da yürürlüğe girdiği günden beri genel olarak uygulanmamıştır.
Şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif hapisti. Ama şapka, İstiklal Mahkemeleri'nin en önemli konusu haline getirildi. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, Rize'de 8, Maraş'ta 7, Erzurum'da 4, Sivas'ta 3, İskilip'te 2, Menemen'de 28 olmak üzere, diğer yerlerle birlikte toplam 78 kişi idam edildi.
Mustafa Kemal'in 26.Ağustos 1925'te yani Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen iki yıl sonra İnebolu Türkocağı'nda "Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak lazım. Çok cevherli olan bizim milletimize layık olan kıyafet, medeni ve beynelmilel kıyafettir. Öyle giyineceğiz. Ayakta iskarpin, potin, pantalon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve bunları tamamlamak için başta siper-i şems'li serpuş.
Açık söylemek isterim. Buna 'şapka' derler" diye yaptığı konuşma Türkiye'de giyim tarzında yeni bir dönem başlatmış oldu.
Tanzimat'la başlayıp Meşrutiyet'le artan Batıcılık akımının etkisiyle, özellikle İstanbul Pera'da, Levantenler’in ve gayrimüslimlerin öncülüğünde zaten pantolona, iskarpine, yeleğe, gömleğe rastlanmaktaydı. Hatta şapka giyen Müslüman Türkler bile vardı. Genelde erkek dünyasındaki bu durum, kadınların dünyasında ancak varlıklı, batı eğitimi almış kesimlerde görülmüştür fakat onlar da dışarıda örtünmek şartıyla.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, bütün toplumun modernleşme çabalarına şapka da dahil olacak ve 25.Kasım.1925’te Şapka Kanunu ile fes, kalpak ve sarıkların kullanılması yasaklanacaktır. Fese henüz alışmış bir toplumun şapkaya alışması pek kolay olmayacaktı, nitekim öyle de oldu ve yurdun çeşitli bölgelerinde protesto olayları yaşandı.
Şapka devrimine kadar geçen dönemde daha çok azınlıkların kullandığı şapka, yurt dışından getiriliyordu, bu dönemde Fransa’nın şapka ithalinde önemli bir yeri vardır. 1925’teki şapka devriminden sonra Türkiye’de önceleri azınlıklar tarafından yapılan şapkalar,o dönemin beğenisini kazanmış keçe(fötr), kumaş ve hasırdan üretilirdi .
Küçük atölyeler halindeki bu kuruluşlar ile 1927'de açılan Kız Sanat Enstitüleri ve biçki dikiş kursları,Cumhuriyet kadınının yeni giyim tarzına uyumunu hızlandırdı. Enstitülerde yetişen kızlar, yılın modasını izliyorlar ve kısa saçlarının üzerine giydikleri 'cloche' yeni çan biçimindeki şapkalarıyla geziyorlardı. 1930'lara gelindiğinde bütün batı dünyasında olduğu gibi Türkiye'de de krizin etkileri hissediliyordu. Buna paralel olarak giyimde de yerli malına dönüş yaşanmaya başlandı, daha ucuz bir yöntem olan hazır giyimin ilk adımları atıldı ve artık kıyafetler kadınsı ve erkesi olarak ayrılmaya başlandı. Ama şapka,kadın erkek ayrımı yapmadan hükümranlığını sürdürdü.
1940'larda İkinci Dünya Savaş'ıyla birlikte bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yoksulluk yılları başladı. Tabii moda dünyası da bundan nasibini aldı ve o dönem, eskilerin yeniden değerlendirilmesi dönemi olarak tarihe geçti. Şapka da bu arada lüks gurubuna girerek eskiye oranla şaşaasını yitirmeye başlamıştı. Artık ya çok yaygınlaşan türban biçiminde eşarplar başlara sarılıyor ya da eski şapkalar,el yapımı çiçekler, meyveler ya da kurdelelerle süslenip yeni hale getiriliyordu.
II.Dünya Savaşı’nda göçler ve ekonomik zorluklar nedeniyle şapka atölyelerinin bir çoğu kapandı ve ne yazık ki şapkacılık alanında bir boşluk doğdu. Sarıyer ve Kuruçeşme’deki keçe fabrikalarının da kapanmasıyla yerli fötr imalatı tamamen durdu. Yerli imalat o zamanlar devrim gereği mecbur tutulan okul şapkalarına, kasket ve resmi şapkalara yöneldi.
1950'li yıllarda kadının savaş sonrası büründüğü silüet ana hatlarını koruyordu. Moda dünyasında inanılmaz bir süreç başlamıştı. Elbiselerin boyları bir uzuyor bir kısalıyor, yakalar değişiyor, pantolonlar bir daralıyor bir bollaşıyordu, ama bütün kıyafetleri tamamlayan aksesuar olarak şapka yerini sürekli koruyordu.
1960'lar artık özgürlüğün ve eşitliğin sorgulandığı yıllar oldu. Modada zarafet ve şıklığın yanı sıra işlevsellik ön plana çıktı. Gösterişli, bol tüllü şapkaların yerini, insanların başlarını soğuktan ya da güneşten koruyacak şapkalar aldı.
1970'lere gelindiğinde ise farklı çizgiler göze çarpmaya başladı. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizondan yapılmış biçimli bereler ile astragandan yapılmış şapkalar göze çarpmaya başladı.

1980'li yıllarda ise tamamen kadınsı çizgilerin öne çıktığını görürüz. Paris, Londra sokaklarının ışıltısını aratmayacak mağazaların hayatımıza girmesiyle birlikte moda,daha yakından izlenmeye başlandı. Küçük ama bol aksesuarlı şapkalar gündeme yeniden oturdu.



Zaman zaman ünlülerin giydikleri şapkalar moda tarihinde hala konuşulur.
Örneğin:


Jackie Kennedy'inin giydiği pill-box (ilaç kutusu) modeli










Marlon Brando'nun Asi Gençlik filminde giydiği siperli deri şapka, günümüzde hala kadın ve erkeklerin kullandığı ve yıllarca kullanacakları bir modeldir.








Sinema tarihinin klasikleri arasına giren Casablanca filminde HumpreyBogart'ın ve IngridBergman’nın kullandıkları fötr şapkalar, film gibi klasikleşmiş modeller arasındadır.



Muhteşem Gatsby (Great Gatsby) filminde Robert Redfort’un giydiği sekiz parçalı kasket









Tüm bu modeller,günümüzde hala aslına sadık kalınarak ufak tefek değişikliklerle kullanılmaktadır.

Şapka yıllar boyunca bazen bir sınıfa ait olmanın göstergesi, bazen bir başkaldırının simgesi olmuştur. Fransa’nın işgaline karşı çıkanların giydiği Basque bölgesine ait bereler, Che Guevare'nin kullandığı ve hatta simgesi olan bere. Yıllarca başka toplumlar tarafından da başkaldırının ve özgürlüğün simgesi olarak kullanılmıştır. Bir savaşın bir mücadelenin simgesi olan bereler, günümüzde çeşitli ülkelerin askeri üniformalarına da girmiştir.
Yine sinema klasiklerinden olan modellerden biri de kendine özgü giyim tarzınının en iyi yansıması olan Indiana Jones filminde kullanılan Harrison Ford ve SeanConnery’in kullandıkları modeller, günümüzde bilgeliğin ve macera severliğin bir göstergesi olarak kullanılmaktadır.

Bir zamanların unutulmaz dizisi olan Dallas’ta LarryHagman’nın giymiş olduğu fötr şapka onun kendine olan güvenini,zenginliğini ve otoritesini yansıtmıştır. Kunduz kılından keçeleştirilerek yapılan bu şapkanın imalatı çok zordur.


Günümüzde bayanlar tarafından çok kullanılan bone tarzındaki şapka, dünyada bir anda, FayeDunaway’in “BonnieandClyde” filmiyle moda olmuştur . Ayrıca yine aynı filmde Robert Redford’un kullanmış olduğu fötr şapka da unutulmaz modellerdendir.
Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun giymiş olduğu kep, günümüzde hala çok kullanılan bir modeldir.

Frank Sinatra, giydiği fötr şapkalarla hep kendi tarzını yaratmış ve bu tarzıyla da aykırılığını, umursamazlığını, hayata bakış biçimini, oynadığı tüm filmlere taşımıştır.

Diğer yandan kullanıldığı alanlara göre simgeleşen şapkalar da vardır. Örneğin tenis oynayanların kulandıkları tenis vizyerleri, kortların dışına taşmış günlük hayatta kullanılan bir model olmuş, kullananların sporcu yanını simgeleyen bir anlam yüklenmiştir.
Yine aynı biçimde golf oynayanların kullandığı kep, Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'ün giydiği şapka, Mevhibe İnönü'nün giydiği türban, Süleyman Demirel'in fötr şapkası, Bülent Ecevit'in kaptan şapkası, kendileriyle özdeşleşmiş simgeleridir ve tüm tarih boyunca öyle hatırlanacaklardır.

Bugün ülkemizde küçük atölyelerde daha çok el emeğine dayanan üretim yöntemleriyle şapka yapılmaktadır. Batılı bazı ülkelerin şapkayı sanayi kolu haline getirmesine karşın Türkiye’de bugün hala elle çalışan presler ve tahta ütü kalıpları vb. kullanılmaktadır.

Günümüzde Türkiye’de tüketilmekte olan birçok şapka modeli, ne yazık ki hala yurt dışından, özellikle uzak doğudan getirilmekte ve bu durum tüm tekstil sektöründe olduğu gibi şapka sektöründe de haksız rekabete yol açmaktadır.

Emrah Altınay