29 Ağustos 2014 Cuma

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI-IV



Fatih Sultan Mehmed’in başarılarla, seferler ve yeniliklerle dolu geçen 30 yıllık büyük saltanatının son dönemleridir. Büyük fetihten sonra Ebu’l Feth unvanıyla anılan büyük Kayser-i Rum yeniden küffarın üstüne cenk etme hevesiyle yanıp tutuşmaktadır. Divanı ile görüşür, paşalarıyla planlarını yapar ve yeni bir büyük sefer hazırlığı başlatır.

Büyük İstanbul fethinden sonra Avrupa’nın ve Roma’nın kapıları sonuna kadar ona açılmış, oda bu fırsatı değerlendirerek balkanları ve Anadolu’daki küçük büyük devletleri Osmanlı mülküne katmıştır. Sefere hazırlanırken aklına yaptığı savaşlar, kuşattığı kaleler ve yeniçağı başlattığı gençliği geliyordu. Sanki dün Bosna’yı ele geçirmiş, sanki dün Arnavutluğu önünde çöktürmüş, sanki dün asırlık Bizans’ı ve yaverlerini yok etmişti.

Sefer hazırlıklarına Anadolu’ ya geçip Hünkâr Çayırı’nda devam etti. Bu kısımda bazı tarihçiler Roma seferi içindi dese de bu büyük sefer hazırlığı Mısır içindir bana göre. Lakin ona nasip olmayacak, torunu Yavuz Sultan Selim Han’a ait olacaktır. Gelin şimdi de büyük padişahın büyük torunu büyük halife, Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn yani Mekke ve Medine’nin hizmetkârı Yavuz Sultan Selim Han’ın kısa ama her anı dolu olan hayatına göz gezdirelim:

Sultan Selim Han, Sultan II. Bayezid’in küçük oğullarından biri olup, halk tarafından özellikle de ordu tarafından sevilir, sayılırdı. Devlet geleneğine göre taht ağabeyi Şehzade Ahmed’in hakkı idi. Lakin Şehzade Selim Anadolu’daki sorunları görmüş (şah kulu isyanı ve Kızılbaş sorunu), bu sorunu ancak kendisinin halledebileceğini düşünmüştü. Bunda babası Sultan II. Bayezid’in devlet sorunlarıyla son zamanlarında ilgilenememesi ve yumuşak bir huyunun olması etkilidir. Gerçi Sultan Bayezid de taht için kardeşi Cem ile münakaşa etmiştir lakin ordu ve devlet yönetimindeki bazı paşaların Bayezid’i taraf olarak seçmesiyle savaşın galibi belli olmuştur.

Şehzade Selim 29 yıl boyunca Trabzon sancakbeyliğinde bulunmuştur. Sancakbeyliği zamanında diğer şehzadeler gibi eğitim almış, dönemin önemli din ve ilim hocalarından dersler almıştır. Bulunduğu konum itibarıyla ülkenin doğu sınırında olanları inceleme fırsatı bulmuş, devletin belkemiği olan Türkmenlerin devletten hoşnutsuzluğunu ve İran’da bulunan Safevi devletine bağlandıklarını görmüştür. Bunu engellemek için, payitahttan çoğu zaman izin almadan, doğuya irili ufaklı seferler düzenlemiş, bu seferlerde hedefinde gürcüler olmuştur. Erzurum Kars gibi bölgeleri bizzat kendisi şehzadeliği döneminde ele geçirmiştir. Bu yaptığı hareketlerle bir yandan diğer devletlere karşı itibarı artmakta, diğer yandan da payitahtla arası açılmaktadır.

Bir zaman sonra artık Şehzade Selim taht yarışının başladığını sezer ve diğer rakipleri olan kardeşlerinden geride durmamak için harekete geçer. İlk önce oğlu Şehzade Süleyman’ın sancağının değişmesini, kendisine yakın bir yere naklolunmasını ister. İsteği gerçekleşir ve sancak verilir. Kefe sancağı Şehzade Süleyman’a verilir. Daha sonra Selim İstanbul’dan hızlı haber almak için Rumeli’den bir sancak istedi. Kefe sancağının kendisine verilmesini teklif eden payitahta ret cevabı verince artık iki taraf da anlamıştı ki bu bir hareketin başlangıcıydı. Selim Kefe’den Kırım’a kayınpederi Mengli Giray’a geçti ve onunda desteğini aldı. Oradan Rumeli’ye geldi. Rumeli’ye gelene kadar babasının gönderdiği âlim ulema geri dönmesini dilese de Selim gemileri yakmış, cihat yoluna varmak için taht yoluna çıkmıştı. Bir süre sonra baba ile oğlun orduları karşı karşıya gelmek zorunda kaldı. Şehzade Selim ve yaşlı babası Sultan Bayezid… İki taraf da savaşmak istemiyordu ve anlaşmalar yapıldı, padişah oğullarından hiçbirini veliaht ilan etmediğini, taht mücadelesinin son bulmasını buyurdu. Selim’e de Rumeli’de sancak verildiğini, herkesin deyim yerindeyse uslu durmasını buyurur.

Aradan zaman geçer, diğer şehzadeler yeniden harekete geçer ve Selim müdahale etmek ister. Babasının anlaşmayı bozduğunu söyleyerek tekrar savaşa hazırlanır, baba oğul yeniden karşı karşıya gelir. Bu sefer silahlar ortaya çıkar ve Selim mağlup olur. Gerisin geriye Kefe’ye gitti. Bunu duyan büyük şehzade Ahmed harekete geçer payitahta gelmek ister. Ancak yeniçeriler Selim’den yanadır ve Ahmed’i payitahta sokmaz. Ahmed de sancağına geri döner. Bu olaylar sonucu artık yaşlı padişah tahtı Selim’ vermenin zamanın geldiğini düşünür ve oğlunu İstanbul’a çağırır. Selim payitahta gelir ve babasının Dimetoka’ya, doğduğu topraklara dönmesine karşılık Osmanlı mülkünü devralır. Ne yazık ki Bayezid Dimetoka’ya varamadan vefat eder.

Sultan Selim, kendinden önce hak sahibi olan kardeşlerini alt ederek Osmanlı mülküne sahip olsa da bu mülk uğruna babasıyla çatışan, belki de ölümüne sebep olandı. Belki iyi yaptı, belki de doğru değildi yaptığı lakin babasından hayır dualarıyla alabileceği tahtı ne yazık ki ölümüyle aldı. Ondan sonra gelecek olan oğlu Sultan Süleyman Han ne güzel söylemiş:

Saltanat dedikleri ancak bir cihan kavgasıdır,

Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.

Yavuz Sultan Selim mülkü devraldığında devlet doğuda Şii Safevi devleti ile çatışmadaydı ve buna bir çözüm gerekti. Bunun için doğuya yöneldi ve tarihe Çaldıran Muharebesi olarak geçecek büyük bir galibiyet kazandı. Daha sonrasında Mercidabık ve Ridaniye seferleri sonunda da Mısır’ı dedesi Sultan Mehmed adına almayı başardı.

O da batıya bir sefer düzenlemek için geçtiği Çorlu’da çıban illeti yüzünden ebedi âleme göç etti. Oğlu Süleyman’a gerisinde ağzına kadar dolu bir kasa, İslam âleminin liderliği olan hilafet ve sıfır sorunu olan güçlü zamanını yaşayacak olan bir devlet bıraktı. Allah ondan razı olsun.

Kanuni Sultan Süleyman da vakti gelince devraldığı bu büyük hazineyi layıkıyla yönetti ve 46 yıl hüküm sürerek cihanı adaletle yönetti. Belki de 46 yıllık hükümdarlığının bir karşılığı olarak da erkek evlatlarının tümünü (şehzade selim hariç) kendi sağlığında kaybetti. Gerek tahtta gözü var diyerek, gerekse de düşmana sığındı iddiası ile boğdurtmak zorunda kaldı. Devletin bekası için doğru olanı yapmıştı belki ama sonraki yıllarında yakasını bırakmayacak olan babalık vicdanı yüzünden çok üzüntü çekti. Devletin bekası için uygunsa ailesinden bir kişinin ölümü, çoğunluğun ölümünden yeğdir. Çünkü kendisinden birinin ölümü sadece kendisine zarar verirken, çoğunluğun ölümü devlete ziyan verir.

Sultan Süleyman’dan sonra artık işler iyi gitmemeye, devlet yavaş yavaş çürümeye başlar. Rüşvet, iltimas alır başını yürür. Devletin kolu kanadı kırılır. Sonradan gelenler bunları düzeltmeye çalışsa da başarılı olunamamıştır. Bunda vezirlerin makam ve mevki için birbirine girmesinin, ordunun isteksizleşmesinin de etkisi vardır. Nice yiğit padişahlar gelse de cihana, harcanmışlar, yıpratılıp bırakılmışlar bir kenara..

Yüzyıllar sonra ataları gibi mert, yiğit, halkı bilen, halkı seven, hakkı sevenler ortaya çıkacak ve cihan yeniden eskisi gibi barış hoşgörü ve iyilikle yönetilecektir. Osmanlı yeniden doğacaktır, Osmanlı ideali, düşüncesi yeniden doğacak; birileri bundan yine korkacak ve entrikalar yeniden baş verecektir.



Atalarının yolundan giden, hak bilir yiğit, bu toprağın evlatlarını, sancaktarları anlatmaya devam edeceğiz, esen kalın…


Recep Gürler

22 Ağustos 2014 Cuma

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI-III

Devletleri insanlara benzetebiliriz aslında. Her insanın doğum büyüme gelişme ve ölüm gibi evreleri olduğu gibi devletlerinde doğduğu, geliştiği doruğa ulaştığı ve hastalandığı dönemleri vardır. ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.’ düsturuyla kurulan bir cihan devletinin bu benzetmeden mahrum kalması düşünülemez bir durumdur. Şimdi bu cihan devletinin erişkinliğe ulaşma yıllarından bahsedelim. Öncelikle bu bu erişkinliğe ulaşmasını sağlayan büyük bir insandan, ulu çınarın sapasağlam gövdesini oluşturan büyük lidere hep beraber bakalım.
1432 yılının mart ayında Edirne sarayında dünyaya gelen Sultan II. Murad’ın oğlu sarayda büyük neşe ve sevince boğmuştu herkesi. Dördüncü oğlunu kucağına alan büyük sultan adını ne koyacağını kafasında belirlemiş ve kulağına ezan ile birlikte söylemiştir:

‘Senin adın Mehmed, senin adın Mehmed, senin adın Mehmed!’

Bu ismi severdi ve büyük atası Çelebi Mehmed gibi sabırlı ve dirayetli olması için koymuştu; belki de ilerde mülkün sahibinin o olacağı doğmuştu içine.
Büyük âlimlerden Hacı Bayram-ı veli hazretleri de bu dönemde yaşamış, sultan murad’a rehberlik etmiştir. Rivayet edilir ki bir gün Sultan Murad bir sohbet sırasında Hacı Bayram-ı Veli hazretlerine sorar:

‘Kıymetlü Üstadum, nicedür azumuz Bizansı almaktur; acep ne vakit vakıf oluruz?’
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin cevabı işte bu şehzadenin başka olacağının ibaresidir:

‘Sizin devrünüzde elden gelen her şey yapılmuştur hünkarum, lakin fethi gerçekleştirecek olan şu kundaktaki çocuk ve bizim Akşemseddin’dir…’

Bu muştulama ile birlikte Sultan Murad’ın oğluna karşı sevgisi ve onu eğitme çabası da artmış, dönemin âlimlerinden olan Molla Gürani Hazretleri’ni şehzadesini eğitmek üzere görevlendirmiştir. Başlangıçta hırçın şehzade işleri alaya almaya başlasa da Molla Gürani onu düzene sokmuştur. Bir gün bir dersinde getirdiği değneği şehzadeye gösterip ‘dersü dinlemeyenün cezasudur’ dedikten sonra artık şehzade dersleri dikkatle dinlemeye öğrenmeye başlar. Anlatılanları çabuk kavrar ve oldukça zekidir şehzade Mehmed. Sadece hocalarından öğrenmekle kalmayarak kendini geliştirmiş, batılı düşünürlerin eserlerini tercüme edip okumuştur. Şehzade Mehmed ayrca 5 lisan bilmekteydi (Arapça, Farsça, İtalyanca, Yunanca, Latince). Şehzadelik zamanlarını böyle geçirmekte iken büyük ağabeyi Ahmed vefat eder. Babası Mehmed’i Diyar-ı Rum sancakbeyi tayin eder. Burayı idare ettikten sonra diğer ağabeyi Alaadin ile yer değiştirerek Saruhan(Manisa) sancağına geçer. Buradayken de hem bir yandan vazifelerini ifa eder hem de batılı düşünüleri okumaya devam eder, kendini sürekli geliştirir. Bunun sonucunda tahta çıktığında batılı kültürlerine ve siyasetlerinin bilgisine vakıf olur ve hamlelerini doğru, yerinde yapar.
Bu yıllarda Şehzade Alaaddin de vefat eder. Sultan Murad Han, devlet işlerinden yorulduğu için ve oğlu Mehmed’e fırsat vermek için tahttan feragat eder. Bu hamlenin yerinde olduğunu söyleyemeyiz çünkü bunu duyan haçlılar yeni bir ordu kurar ve osmnalı üzerine yürümek, çınarı kökünden yok etmek isterler. Diğer taraftan Veziriazam Çandarlı Paşa da bu hamlenin yerinde olmadığını hünkâra arz eder lakin Murad Han dönmez. Son çare olarak küçük padişah Mehmed Han babasına mektup yazar:

‘Pek kıymetlü babam Sultan Murad Han, vazifenizi bana devreddünüz lakin küffar fırsat bekler ve hazurluk yapar. Ger ben sultan isem tez vazifenüze ordunun başına geçinüz, emrediyorum!  Ger siz padişah isenüz gelün ve devletünüzün ordunuzun başına geçünüz! ‘

Bu mektubu yazarken Şehzade Mehmed henüz 12 yaşındadır, lakin akli olarak çoktan kemale ermiş bir durumdadır. Bu mektubu alınca Sultan Murad oğluyla gurur duyar ve emri alıp ordusunun başına geçer. Küffarla karşılaşır ve çarpışır. 1444te küffarı Varna da hezimete uğratır.
Şehzade Mehmed de Saruhan’a geri döner, vazifesini ifaya devam eder. Babasıyla yine seferlere katılır, cenk eder. Birkaç yıl sonra oğlu olur, adını Bayezid koyar. Büyük atası Yıldırım Bayezid gibi mert ve yiğit olsun diye. Saruhan yılları böyle devam eder.

Ve ileriki yıllarda Sultan Murad vefat eder(1451). Şehzade Mehmed Edine’ye çağrılır, cülusu yapılır. Altına haritaları serer ve kılıcını oraya saplar: Konstatinapolis!
Gözü karadır ve daha önce atalarının dedelerinin yapamadığını kendisinin yapacağına emindir. Bir gün lalalarını paşalarını toplar ve şu muhteşem sözü söyler:

“Ya ben Konstantiniyye’i alırım, ya da Konstantiniyye beni!”

Gemileri yakmıştır, artık dönüş yoktur; hemen hazırlıklar yapılır. Hisarlar yapılır, toplar dökülür, dualar edilir, namazlar kılınır ve gaza yoluna çıkılır. Artık hadis-i şerif’e vakıf olmanın zamanıdır:

"Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir."

Fethe çıkılır, yola revan olunur, gemileri karadan yürütür ve 2 yıl gibi bir sürede fetih tamamlanır. Sultan Mehmed artık “Ebu’l Feth” olarak anılır ve “Fatih” ismini alır. Ancak bu daha bir başlangıçtır, bu henüz 20sinde yiğit bir lider ve onun yetişkinliğe ulaşmış çınarı… Onları kimse durduramayacaktır.


Tarih denen bu büyük verimli toprağı sulayan, emek veren bir başka sancaktarı anlatırken buluşmak dileğiyle…

Recep Gürler

18 Ağustos 2014 Pazartesi

SALTANAT

SALTANAT NEDİR ?

Bir ülkeyi, milleti, ümmeti, ya da imparatorluğu yönetme hakkının tek bir hanedanda yani tek bir ailede toplandığı yönetim sistemidir. Monarşidir. İktidarın tek kişide toplandığı yönetim biçimidir. Krallıktır, padişahlıktır. Ülke yönetiminin genellikle babadan oğula geçtiği yönetimdir. Yönetime egemen güç tek bir eldedir. Örneğin; Osmanlı, Selçuklu Hanedanları, ...


                                OSMANLI DEVLETİNDE SALTANAT

 Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan yönetim şekline verilen isimdir. Yönetim şekli Osmanlı Hanedanı mensubu padişahın görünüşte mutlak egemen olmasına dayalıdır. Saltanat kelimesi Türkçe'de gösteriş ve zenginlik anlamında da kullanılır.

Saltanat'ın bazı dönemlerinde, padişahın yetkin olmamasından dolayı, Haseki Sultan'lar veya Valide Sultan'lar (hatta Mihrimah Sultan örneğinde görüldüğü gibi, padişah kızı) devlet yönetimine müdahale etmişler, hatta zaman zaman bizzat devleti yönetmişlerdir. Bu dönem Kadınlar Saltanatı olarak bilinir. Dönem büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama dönemine denk gelir. Kanuni Sultan Süleyman’ın yaşlılık döneminde (1550 civarı) başlamış, 1656 yılında Köprülü Mehmet Paşa’nın sadrazam oluşuna kadar devam etmiştir.

Saltanat, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'nin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği "Osmanlı İmparatorluğu'nun münkariz olduğuna dair" 308 numaralı kararname ile kaldırılmıştır. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şekl-i hükümetin 16 Mart 1336 (1920)'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir.[3] Saltanatın kaldırılmasıyla Türk Tarihinin en uzun ömürlü devleti Osmanlı Devletinin 623 yıllık yaşantısı resmen sona ermiştir.

                             SALTANATIN SINIRLANMASI

  1876 yılında II. Abdülhamit tarafından I. Meşrutiyet ilan edildi. 3 Ocak 1877'de Osmanlı'da ilk seçim yapıldı. Rusya'da bundan memnun değildi. 20 Nisan 1877'de Rusya Osmanlıya savaş ilan etti. Savaştan dolayı II. Abdülhamit 13 Şubat 1878'de parlomentoyu feshetti. 30 yıl askıda kalmasından sonra yine II. Meşrutiyet ilan edildi. Bunla birlikte Osmanlılar Trablusgarp Savaşı ve I. Dünya savaşında savaştı. Osmanlının I. Dünya Savaşında yenilmesiyle Meclis-i Mebusan 23 Nisan 1920'ya kadar açık kaldı. 28 Ocak 1920'de Son Osmanlı Meclisi Misak-ı Milli'yi kabul etti. 23 Nisan 1920'de yerini TBMM meclisine bırakmıştır.


                               SALTANATIN KALDIRILMASI VE SONRASI


 1 Kasım 1922'de Saltanat TBMM tarafından kaldırılmış ve Saltanatın kaldırılmasıyla Türkiye kurulmuştur. 17 Kasım 1922'de Son Padişah VI. Mehmet Vahidettin, Osmanlı'nın sonu olduğunu anlamış ve tahtından çekilerek Osmanlı Devleti'ni feshetmiştir. Aynı zaman TBMM'ye tahtından çekildiğini bildirmiştir. Böylece Son padişah Vahdettin'in 17 Kasım 1922'de tahtından çekilmesiyle aynı günde Türkiye'nin başkenti Ankara'ya taşınmıştır. Vahdettin'den sonra son halife Abdülmecit, TBMM tarafından halife seçilecektir. 24 Temmuz 1923'te Lozan Barışı imzalanacaktır.. İstanbul'un işgali 2 Ekim 1923'e kadar sürecektir. 3 Mart 1924 yılında Halifelik TBMM tarafından kaldıralacak ve bütün Osmanlı üyeleri Türkiye'den kovulacak, son padişah Vahdettin ve son halife Abdülmecit de dahil olacaktır. Türkiye 1 Ocak 1926'da Miladi takvime geçecektir. Son padişah Vahdettin'in 16 Mayıs 1926 yılında sürgündeyken ölene kadar kalacağı yer San Remo olacaktır. 1926'de son padişah Vahdettin'in mezarı Türkiye'ye kabul edilmeyince Suriyelilerce Şam Sultan Selim Cami Mezarlığına gömülecektir.

                                     HİKAYE

Bugün İstanbul'da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur.Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır. Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır: Laleli Camiini Sultan III. Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır. Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir zatın yaşadığını öğrendi. İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi. Laleli Baba'ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti. Padişah Laleli Baba'nın sohbetinden çok istifade etti. İçinde Laleli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı. Ayrılacağı sırada bu zata soru sordu: -Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi: -Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini yapabilmektir.Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı. Başından beri hikmetli konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu. Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü. Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü içini boşaltamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve tedavileri uyguladılar, fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu. Nihayet birinin aklına geldi, Laleli Baba'ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı. Padişaha danışıldı. O da: "Ne gerekiyorsa yapılsın" dedi. Hemen Laleli Baba'ya gidildi ve saraya getirildi. Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu. Laleli Baba'ya yalvardı: "Aman efendi hazretleri, bana yardım et!" Laleli Baba, "O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi. "Senin semtinde yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim" "Yetmez" dedi Laleli Baba. Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı: "Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim." Padişah kem-küm etti ama çaresi yoktu "Tamam" dedi "O da senin olsun" Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi ve gerçekten kurtuldu. Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti. Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu. Laleli Baba sultanın haline baktı,baktı ve dedi ki: "Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun."

Emrah Altınay

15 Ağustos 2014 Cuma

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI-II

Her karanlığın sonunda bir aydınlığın, her bitişin ardında yeni bir başlangıcın olduğuna inanır insanlar. Her umudun bittiği yerde aslında yeni yeşeren bir ümidin başladığı inancındadırlar. Yıkılan, harap edilen, paramparça olmuş her şeyin aslında bir gün tekrar birleşeceği ve çürümekte olan çınarın tekrar küllerinden doğacağına hiç şüphesiz inanırlar. Tarih şimdide bize karmaşa içinde geçen yılların ardından yeniden yeşermeye başlayan dev çınarın bekçisini anlatacak…
Anadolu’da süren Türk hâkimiyeti hızla ilerlermiş ve bununla yetinmeyip Rumeli ve balkanlara kadar ilerlemiştir. Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi, ilk defa Sultan unvanını kullanan Murad Hüdavendigar ve oğlu Bayezid’e kadar çınar ağacı büyümüş, dallanıp budaklanmış ve hak bildiği davasında ilerlemiştir. Lakin artık sınırlarına sığmayan büyük medeniyet taşmak, sınırlarının ötesine ulaşmak istiyordu ve buda diğer ülkeleri rahatsız ediyordu. Anadolu’nun dışında, İran coğrafyasında güçlenmiş olan Timur Devleti, Osmanlı Devleti ile olan bazı münakaşaları sonucunda devletin sultanı Timur (aksak) önderliğinde Anadolu üzerine sefer yapar. Bu seferde Timur’un ordusu sayıca Osmanlıdan fazla olduğu ve bazı Anadolu beylerinin de Timur’un safında savaşa katıldığı için muharebe Osmanlı devleti adına kötü biter ve Sultan Yıldırım Bayezid Timur’a esir düşer. Timur Anadolu’yu tarumar eder ve Osmanlı’nın ilerlemesini engelleyecek Anadolu’yu ve Rumeli’yi etkileyecek 11 yıllık Fetret dönemini başlatır. Bu esaretin olduğu yıllarda Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa’da Timur’un esareti altındaydı ve diğer oğlu Mustafa savaş meydanında kaybolmuştur, akıbeti belli değildir. Bazı kaynaklar savaşta öldüğünü, bazıları da babasıyla esir düştüğün söyler lakin ilerde devlete zarar verecektir.  Öteki oğulları Mehmet, Süleyman ve İsa ise Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde valilik yapmaktaydılar. Bir süre sonra babaları Bayezid esaret altında dayanamayıp vefat edince bu kardeşler yeniden akıllara düşen saltanat kavgasına tutuştular. Öte yandan Mehmed devleti tekrar tek çatı altında birleştirmek derdindeydi. Bunun için diğer kardeşleriyle münakaşaya girmişti.
Mehmed dönemin âlimlerinden ilim dersleri almış, okuma yazma bilen, medrese eğitimi almış anlamına gelen ‘Çelebi’ ismini almıştır. İlime meraklı, her padişah adayı gibi, dini anlamda iyi bir bilgiye sahip idi. Yumuşak, iyiliksever, mert ve sabırlıydı. Babası Bayezid onu seferlerine götürmüş ve ileriki zamanda da yönetim alanındaki becerilerini görünce Amasya valiliğine atamıştır. Aslında taht kavgasından önceki hedef devleti tekrar tek çatı altında toplayabilmekti çünkü Osmanlıya bağlı beylikler ve şehzadeler Timur’un emrinde hareket ediyorlardı. Timur her bir beye ve şehzadeye birer valilik vermiş idi.
Kardeşlerden İsa Çelebi Karesi çevresinde valilik yapıyordu ve esaretten kurtulup Timur’un emriyle Bursa’da valilik yapan Musa Çelebiyle çarpışmaya girişti, süren bu çarpışmalar sonucunda Bursa’yı ele geçirerek burada hüküm sürmeye başladı. Bunun üzerine Mehmed Çelebi Bursa’ya yürüdü ve şehri ele geçirdi. Devamında yapılan savaşlar sonucunda diğer kardeşlerini de alt ederek devletin idaresini eline almayı başarır ve devleti duraklamadan kurtarır. Mülkün başına geçince bir dizi isyanla karşılaşır ancak bunların hakkından gelmesini bilir. Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal adlarıyla bilinen bu gafiller ülkenin dört bir yanında isyan çıkararak Sultan Mehmed’i yıldırabileceklerini sanarlar ama yedikleri tokatla tek tek dize gelirler.
Çelebi Mehmed’in devletin ikinci kurucusu olarak bilinmesi de devletin bekası için yaptıkları ve hiç bitmek tükenmek bilmeyen ümidi ve gayretinden dolayıdır. Mülkün başına geçmeden önce yaptıkları sonradan yapacaklarının bir habercisi olacaktı ki tahta oturduktan sonra da durmadı devletin gölgesini sürekli büyütmeye çalıştı. Diğer beylikleri çatısı altında topladı ve çınarın bekçiliğini ölene dek sürdürdü…
Tarih denen bu büyük verimli toprağı sulayan, emek veren bir başka sancaktarı anlatırken buluşmak dileğiyle…

Recep Gürler

13 Ağustos 2014 Çarşamba

BU TOPRAĞIN SANCAKTARLARI

Tarih tek başına genel, büyük bir terimdir. Öylesine büyüktür ki varlığın ta ilk oluşumundan bu yana verimliliği bitmek tükenmek bilmeyen zengin ve bereketli bir toprak gibidir tarih... Tabi her toprağın da bir çiftçisi, bir uğraşanı vardır. İşte bu zengin varlık mirasının sancağını her dönem büyük isimler taşımıştır ve sonraki nesillere devretmiş, bu zengin varlık âleminden ötelere intikal etmiştir.
Bunlardan biri de bu zengin ve verimli toprağa tam 6 asır hükmetmiş, büyük cihan imparatorluğunun kurucusu olan Osman Gazi’dir. Küçük bir beylikken alıp onu gökyüzünü kaplayan bir dünya devleti haline getiren bu büyük lideri gelin biraz irdeleyelim.
Osman Gazi mülkünde 27 yıl hüküm sürmüş, beyliği geliştirerek devlet olma yoluna getirmiştir. Babası Ertuğrul Gazi’den mülkü devraldığında daha 23 yaşındaydı. Emri hak vuku bulunca diğer beylerin desteğini aldı ve hakkı olan beyliği istedi. Lakin kayı aşiretinin içinde bazı çatlaklıklar oluşmuştu ve bir kesim beyler Ertuğrul Gazi’nin kardeşi Dündar Bey’i beyliğin başında görmek istediler. Ve böylece 600 yıllık iktidar kavgasının ilk tohumları atıldı. Dündar Bey Kayı boyunun ileri gelen ulusları tarafından tutulmakta ve aşiretin genç yiğitleri ise Osman Bey'i desteklemekteydi. Bu çatışmanın ne kadar sürdüğü ne türlü devam ettiği bilinmemektedir. Fakat çatışma sonunda Osman Bey galip gelmiş ve düşmana karşı yapılan akınlara karşı çıktığı bahanesi verilerek yaşlı Dündar Bey'i bir ok atımı ile öldürmüştür. Beyliğin hak sahibi olarak kayı aşiretinin başına geçmiştir.
Osman Gazi büyük bir lider olmakla birlikte mert korkusuz ve cengâver bir o kadar da dinine bağlı, hak yolundan ayrılmayan bir mümin idi. Bunun bir göstergesi olacak ki o devrin “ahi” denilen büyük âlimlerinden olan Şeyh Edebali ile yakın bir bağlantı kurmuştur. Edebali’nin evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur'an-i Kerim'i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği bilinmektedir. Şeyh bu durumu öğrenince memnun kalıp kızı ile evlendirmiş, ona ve beyliğine hayır duası etmiştir. İşte bu hayır duaları büyük çınarın köklerinin güçlü olmasını sağlamış, dininden asla taviz vermeyen hiçbir devlet işini abdestsiz yapmayan büyük padişahların gelmesini sağlamıştır.
Osman Bey yine kur’an ve dua ile hemhal olduğu bir gece uyur ve bir rüya görür. Rüyasında Şeyhi Edebali Hazretleri’nin yanında yatar vaziyette görür kendisini. Sonra Edebali’nin iman dolu göğsünden bir hilal doğar, hilal büyür yükselir ve gitgide dolunay halini alır. Doğruca Osman Bey’in göğsüne girer. Daha sonra göğsünden bir ağaç biter ve oda büyümeye başlar, yükselmeye başlar. Bir çınar ağacıdır bu ve devletin çınar ağacı gibi dallanıp budaklanıp tüm göğü saracağının müjdeleyicisidir. Dallar yeşerir, gelişir ve tüm dünyayı kaplar. Bu ulu çınarın gövdesinde neler yoktur ki, gölgesinde dağlar ovalar denizler… Toroslar, Balkanlar, Kafkaslar ve daha niceleri hep bu çınarın altında boy gösteriyor, ben yegâne Osmanlı mülküyüm diye haykırıyordu. Ovalarda büyük şehirler, şehirlerde büyük camii şerifler vardı, minarelerinde müezzinler ezanı şerifi okuyordu. Derken bu ulu çınar bir büyük şehre daha geldi, küffarın elindeki değerli hazine Konstantiniyye idi bu şehir… Çınar bu şehri de sarmaya başlamıştı ve işte büyük cihan imparatorluğunun kurulacağı muştulanmıştı. Bu ulu sancağın başında henüz 23ünde bey olan Osman Gazi vardı ve 600 yıllık bir hikâye başlamıştı…
Tarih denen bu büyük verimli toprağı sulayan, emek veren bir başka sancaktarı anlatırken buluşmak dileğiyle…

OSMAN GAZİ VE KIRK SANDIK
Osman Gazi, düğüne davet edilmişti... Bilecik Tekfuru evleniyordu. Yarhisar Tekfuru'nun 13 yaşındaki kızı güzel Helofira'yı alıyordu.
    1299 yıllarında, Güzel Anadolumuza, Selçuk Türkleri hâkimdi. İstanbul ve civarında yaşayan Bizans İmparatorluğunu yıkmak için durmadan çalışırlardı. Bunun için taâ İstanbul'a kadar, Öncü (Uç) kuvvetler gönderilirdi. Osman Gazi, bu Uç Beylerinin en cesuruydu. Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri olan, Kayıların Başbuğu idi. Selçuk Sultanı kendisine Söğüt Kasabasını (Kışlak), Domaniç dağlarını da (Yaylak) vermişti. İstanbul civarında bulunan birçok kale ise, Bizans'ın elinde idi. Her kalenin başında, Tekfur isimli bir kumandan mevcuttu. Bizans İmparatorluğunu korumaya ve kurtarmaya çalışırlardı.
    Osman Gazi, gözüpek adamlarıyla Bizans'a ve Tekfurlarına kan kustururdu. Ondan çok çekinirlerdi. Bilecik Tekfuru da pek korktuğu Osman Bey'i, kendi düğününe davet etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu daveti kendisi yapamamıştı. Eskiden Tekfur olan, ama Osmanlıların âdâletini gördükten sonra Müslümanlığı seçen Köse Mihal'e rica etmişti. Mihal Bey, Müslüman olduktan sonra sayısız kahramanlıklar göstermiş ve kendisine (Gazi Mihal) adı verilmişti.
   Düğün davetini duyan Osman Bey gülümsedi. Gene de hayret etmişti.:

- Ne dersin Mihal!.. Bu keferenin, bizi dâvetten maksadı ne ola?...

- Belli Beyim.. Maksadı fesatlıktır.

- Bilecik'te adamların çaşıtların var mıdır?

- Hemi de sarayın tam göbeğinde.

- Onlar ne fısıldar?

Mihal Bey, sesini yavaşlatarak:

- Niyetleri, düğünde seni zehirlemekmiş Beyim.

   Kara Osman'ın Kara kaşları çatıldı. Boynundaki şahdamarı kabardı... Fakat hiddeti çok sürmedi:

- Biz de bunu beklerdik.. Lâkin her işte bir hayır vardı. Sen hele yoldaşlarımızı, candaşlarımızı bir çağır bakalım. Onlar ne tedbir düşünürler! Meşveret gerektir.

    Biraz sonra (Otağ), âşiret Beyleriyle dolmuştu. Herksin geldiğini gördükten sonra, Osman Bey ayağa kalktı. Ayakta iken elleri, dizlerinden aşağı sarkardı. Çok heybetli ve tatlı dilli idi. Arkadaşlarının ayrı ayrı gözlerine baktı. Sonra kısaca vaziyeti anlattı. Beyler nefeslerini tutmuş O'nu dinliyorlardı. Bitince sordu:

- Akça Koca... Sen ki, babam cennetlik Ertuğrul Gazi ile bunca yaş yaşamış, bunca cenge girmişsin. Bu kâfir Tekfur'a ne tedbir buyurursun?

   Ak saçlı Akça Koca'nın cevabı kesindi:

- Buyruk senindir Beyim.

- Tedbirini bağışla, Akça Kocam...

- Hele öteki beyleri bir dinlesek Kara Osman'ım.

    Dediği gibi oldu. Meşverete katılan Abdurrahman Gazi, Satuk Alp, Kara Mürsel, Uytuğ Alp, Samsa Çavuş, Turgut Alp, Gazi Mihal ve Konur Alp beyler dinlendi. Konuşarak danışarak güzel bir karara vardılar. Sonunda Osman Gazi, Mihal Bey' buyruğunu bildirdi:

- Hemen Tekfur keferesine vurup, davetten ziyade memnun olduğumuzu bildiresin. Hak nasib eyler ise, düğüne gelmek istediğimizi ilâve edersin. Götüreceğim 2 tiftik sürüsünü de, hediye olarak kabul etmesini söyleyesin.

- Can baş üstüne Beyim...

- Velakin artık yaz geldiğini, Bileciğe kadar vardıktan sonra; Domaniç yaylasına geçmek istediğimizi bildirip, ruhsat (izin) isteyesin.

- İsterim Beyim.

- Sor bakalım harem halkımız, kadınlarımız, kızlarımız, düğüne ağırlık olmaz mı?

- Ne ağırlığı beyim?.. Kâfir sizi zehirledikten sonra, kadınlarınızı, kızlarınızı da câriye yapmayı düşler mutlaka.

- Sen sor hele!. Tedbirde kusur gerekmez.

- Sorarım Beyim sorarım. Fakat önce, 40 sandık düğün hediyesinden bahsetsem?

- Doğru dersin Mihal Bey. Asıl düğün hediyemizin, tam, 40 sandık doldurduğunu önceden söylemelisin. Sakın unutma. Kendi gözlerinle sandıkları saydığını ilave et.

- Unutur muyum Beyim; unutur muyum?

    Bilecik Tekfuru, tiftik sürülerini görünce, deliye dönmüştü. Fakat onu asıl sevindiren şey, Kara Osman'ın tuzağa düşmesiydi. Hele arkadan gelecek 40 sandık düğün hediyesini de duyunca, keçi sakalı titredi. Böylesini Bizans Kayseri bile gönderemezdi.

- Doğru mu dersin bre Mihal?.. Hakikaten 40 sandık hediye getirir mi bu Türkmenoğlu?

- Gözlerimle gördüm. Sandıklar tam 40 taneydi.

- Vay canına! Fakat gene de anlıyamıyorum. Bu kadar ağırlığı niçin göze almışılar?

- Niçin almasın Haşmetlim (!).. Burdan yaylaya, Domaniç dağlarına geçecekler ya... Haremindeki 40 hatunu da beraber getirdiği için, 40 sadık hediyeyi gözden çıkarmış Osman Bey.. Düğünde sana yük olmak istemez. Sonra, şanına layık bir armağan vermesi de gerekmez mi?

   Bunları işiten tekfurun gözleri parlamıştı. Tam Mihal Bey'in tahmin ettiği gibiydi. Kadınları nasıl (köle) yapacağını düşünüyor olmalıydı.

- Gelsinler... Gelsinler... dedi. Biz de onlara öyle bir ağırlama merasimi yaparız ki, cümle aleme şân olur. Muhteşem Bizans İmparatoru Palaologos hazretleri bile hayrette kalır.

    Söğüt kasabasında gizli ve heyecanlı bir hazırlık vardı. Düğüne gidilecekti.. Kararlaştırıldığı gibi, büyük boyda 40 tane sandık hazırlandı.. Pırıl pırıl cilalı bu hediye sandıklarına, çok itina ediliyordu. Hepsine altın süslemeler ve gümüş çiviler çakıldı. Her birinin yan tarafına, küçük delikler açıldı. O deliklerden kırmızı, beyaz ve pembe tüller sarkıtıldı. Düğün evine gitmeye lâyık şekilde süslendi. Nihayet içlerine hediyeleri de konuldu..
   Türkmen nineleri ise, haremdeki 40 yörük hanımını süslediler, donattılar. Düğüne hazır hale geldiler.
    Öğleye doğru, kafile yolu çıktı. 40 sandık hediye ve 40 Türkmen hatunu... Bilecik'te sabırsızlıkla bekleniyordu.
    Osman Gazi, beyaz atıyla Tekfur sarayına girince, herkes hayret etmişti. Çünkü yanında sadece 3 arkadaşı bulunuyordu. Bunlar Abdurrahman Gazi, Konur Lap ve Akça Koca beylerdi.
    Tekfur, onları yapmacık bir nezaketle karşıladı. Düğün ziyafetine buyur etti. Ortalığı zaten şölen etleri kokusu kaplamıştı.
    Misafirleri, kayınpederiyle tanıştırdı. İhtiyar Yarhisar Tekfuru da şaşalamıştı. Öyle ya.. Bizans'a kan susturan meşhur Osman Gazi; bu kadar tedbirsiz, bu kadar hatalı olabilir miydi? Kendi ayaklarıyla, ölümüne koşar mıydı?
    Herkes böyle birbirini süzerken, Büyükkapı tarafından gürültüler duyuldu. Sevinç çığlıkları arasında yeni davetliler göründüler. Meğer Mihal Bey, 40 sandık düğün hediyesini ve hatunları getirmişti. Harem halkıyla birlikte, orta avluya geçtiler. Prensesler ve Saray kadınları, yeni misafirleri ağırlamak için koşuştular. Gelenler daha çok 13 yaşındaki güzel gelini merak ediyorlardı. Gelin hanım, nedense şaşkın ve üzgün görünüyordu. Kadınları için, orta avluya masalar hazırlanmıştı. Osman Bey, hatunlarla aynı masaya oturmadığı için, onlar ayrı yerde ağırlanıyorlardı.
    Tam bu sırada Osman Gazi'nin gür ve erkek sesi ortalığı kapladı:

- Ya Allah.. Bismillah.. Allahüekber!..

    Besmele çekilmişti. Buyruk verilmişti
    Orta avludaki 40 Türkmen kızı, bu sesi duyar duymaz; şalvarları arasından eğri kılıçlarını çektiler. Başlarındaki takma saçları, tülleri, peçeleri de atınca, ortaya 40 Osmanlı Bahadır'ı çıkıvermez mi?
    Prenseslerin, düşeslerin, halayıkların çığlıkları arasında dış avluya hamle ettiler. Bu sırada Mihal bey de, hediye sandıklarını açıyordu. Her sandığın içinden, eğri palalı, pala bıyıklı Osmanlı Levedleri fırlayıverdiler.Ortalık ana-baba gününe dönmüştü. Şövalyeler, subaylar ve askerler çoktan pes etmişlerdi. Zaten dövüşemeyecek kadar sarhoştular.. Belki zindanlarda, sarhoşluktan ayılırlardı. O zaman ne olduğunu herhalde anlarlardı.
    Bilecik Tekfurunu sakalından yakalıyan Konur Alp, kılıcı havada seslendi:

- İzin ver beyim, şu keferenin kellesini uçurayım.

    Osman Gazi başını salladı:

- Olmaz Konur Alp, olmaz.. Biz buraya düğüne geldik, henüz düğün bitmedi ki...

     Ele geçen ganimet, savaşçılar arasında hemen oracıkta taksim ediliyordu. Bunların en güzeli de, Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi' ye düştü. Teliyle, puluyla güzel gelin Helofira, Nilüfer adını aldı. 18 yaşındaki Orhan Bey'le evlendiler. Çok çok mesut bir hayat yaşadılar.
     Osman Gazi pek dindar bir Müslümandı. Alimlere saygılı, fakirlere merhametliydi. Adaletten hiç ayrılmazdı. Dürüst ve doğru sözlüydü. Buna rağmen savaşlarda, düşmanların hilesini en güzel şekilde alt ederdi. Çünkü bilirdi ki sevgili Peygamberimiz , "sallallahü aleyhivesellem", harplerde hile yapan düşmanlara karşı, hile yapmaya izin vermişti.

Recep Gürler

11 Ağustos 2014 Pazartesi

HİLAFET

                                                        HİLAFET
İslami siyasi ve hukukî yönetim makamına ve yönetime verilen isim. Hâlife ise Hilâfet makamındaki kişiye denir. Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebu Bekir (ra)’den itibaren Halifeliğin kaldırılmasına kadar geçen zaman içerisinde 102 büyük insan bu görevi ifa etmeye çalışmıştır. Dört halife (4), Emeviler (14), Abbasiler(37), Memlükler (18), Osmanlı (28), Türkiye Cumhuriyeti(1) olmak üzere.  (Kur'an-ı Kerim'de halife, çoğulu halaif ve hulefa, kelimesi tarihsel süreçte kazandığı terim anlamıyla geçmeyip bu kelime ile insanoğlunun Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu, insanın yeryüzünde iyi ve güzeli temsil etme, yararlı işler yapma ve bu şekilde Yaratanın huzuruna çıkma göreviyle yükümlü olduğu anlatılır. Hadislerde devlet başkanı, yönetici, lider anlamında hilafet kelimesi ve halife, imam, emîr kelimeleri sıkça geçmektedir.)
Dört Halife Dönemi: 632/661 Raşid Halife ünvanı verilen ve bu konuda herkesin ittifak hâlinde olduğu yüce kametler Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (ra) dir. Bunlar, Efendimiz’ in (sav) en sadık, en adil, en cömert halifeleridir. Dört halife dönemi 30 yıl devam etmiştir ve bu dönemde fethedilen yer ve Müslüman olan insanlar, daha sonraki Emevi, Abbasi, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde fethedilen ve Müslüman olan insanların sayısına denktir. Raşid Halifelerden sonra idare, Emeviler’ in eline geçmiştir.
Emeviler Dönemi: 661/750 Bu dönem Hz. Muaviye ile başlamış 2. Mervan ile tamamlanmıştır. Emeviler dönemi 14 halife ile tamamlanmıştır. Bu dönemde 5. Raşid halife olarak ismi geçen Ömer b. Abdülaziz, anne tarafından Hz. Ömer’in (ra) torunudur. Raşid Halifelerle at başı gidecek nadideler nadidesi bir gül olarak zirvelere ulaşmıştır. Hanımlarının bütün süs ve ziynet eşyalarını “bunlar milletin malıdır, millete iade edilmelidir” diyerek hazineye teslim ederek sırtına eski bir hırka geçiren hükümdar Ömer bin Abdülaziz bugünkü Türkiye’nin kırk katı büyüklüğünde bir devletin başında halifedir. Devrinde, mal sahibi zenginler, zekât verecek kimse bulamayacak kadar bir zenginlik yaşıyordu. Yıllar önce Efendimiz (sav), onun bu devrine işaretle, “Bir gün elinizde zekâtınız, kapı kapı dolaşacak fakat onu verecek kimse bulamayacaksınız” buyurmuşlardı. O, işte böyle bir devletin başında iki buçuk yıl kalır ama sanki 100 yıl kalmış gibi muvaffak olur. Emevilerin yıkılmasından sonra hilafet Abbasiler’ e devretmiştir.
Abbasiler Dönemi: 750/1258 Seffah ile başlayan bu dönem Mustasım Billâh ile son bulmuştur. Bu dönemde 37 halife hizmet etmiştir. İçlerinden biri var ki yaptığı hizmetlerle tarihin altın sayfalarında yer alan Harun Reşid’ tir. Abbasi hükümdarlarının en adillerindendir.

Memlükler Dönemi: 1259/1517 Memlûk Devleti, kölelikten gelen memlûkların bugünkü Mısır ve Suriye'de kurduğu bir askeri aristokrasi devletidir. Memlûk sözcüğü Arapçada köle demektir. Bu nedenle devlet Kölemen Devleti olarak da bilinir. Mustansır ile başlayan bu dönem 3. Mütevekkil ile son bulmuştur. Hilafet,1259’dan Osmanlılar’ın Mısır'ı fethettiği 1517’ye kadar Mısır'da Memlük Himayesinde yaşadı. Bu dönemde 18 Halife hizmet etmiştir.
Osmanlı Devleti: Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in 1517 de Mısır’ı alıp Memlüklüler dönemini son vermesiyle Hilafet Osmanlı’ya geçmiştir. İlk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim olurken son Osmanlı Halifesi Sultan Vahideddin’ dir. Sultan Vahideddin 28. Osmanlı Halifesidir. Hilafet Osmanlı’ya, 1516 Ağustosundan beri Sultan Selim Han’ın yanında bulunan son Abbâsî Halifesi, Üçüncü Abdülazîz el-Mütevekkil-al-Allah Muhammed’in, Kâhire’ den Osmanlı merkezine gönderilen Câmi’ül-Ezher Medresesi ve İstanbul’daki âlimlerin rızasıyla alınan ortak kararla, Osmanlı pâdişâhlarına Sultanlık ünvânı ile berâber, İslâm âleminin etrâfında toplandığı“Hilâfet” makâmı da verilmesiyle geçmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti: Osmanlı imparatorluğunun son bulmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinin ilk ve son halifesi Abdülmecid’dir. 18 Kasım 1922'de halife seçilmiş 3 Mart 1924'te halifelik lağvedilip hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı alınmıştır. Abdülmecid hemen o gece, İstanbul polis müdürü tarafından acele ile Dolmabahçe Sarayı'ndan alınarak otomobil ile Çatalca'ya götürülmüş ve İsviçre'ye hareket eden ilk trene bindirilerek Türkiye'den sürülmüştür.

İslâm devletinin kuruluşundan Osmanlı Devletinin son Padişahı Sultan Vahideddin’e kadar, hilafet devlet idaresinde esas alınmış ve devlet ona bağlı kalmıştır. Bu dönemlerde, devlet bütün gücünü dinden almış ve onun rehberliğine sığınmıştır. Din devletin geçeceği yolları aydınlatan bir ışık kaynağı olmuş ve devleti yanılgılara düşmekten, çıkmazlara girmekten korumuştur. Hilafetin bu kadar sene sürmesini sağlayan ufak bir hikayatım olacak :

Ashab' tan Abdurrahman bin Avf, Hazreti Ömer (r.a.) halife iken onu makamında ziyarete gelmişti, selâm verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer kendisiyle hiç meşgul olmuyor hattâ selâmını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hazreti Ömer, işini bitirdikten sonra yanan mumu söndürdü; aynı onun gibi başka bir mum yaktıktan sonra: «Ve aleyküm selâm» deyip selâmını aldı. Ve konuşmaya başladılar.

Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ömer (r.a.) Hazretlerine niçin o mumu söndürüp başkasını yaktıktan sonra kendisiyle meşgul olmaya başladığını sormuştu.

Hazreti Ömer (r.a.):

— Ya Abdurrahman, evvelki mum devletin hazinesinden alınmış mumdu. O yanarken şahsî işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Sizinle devlet işi konuşmıyacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım ondan sonra sizinle meşgul olmaya başladım, deyince Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin gözleri yaşarmıştı.

Ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

— Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!

                                             Emrah Altınay